Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, korona virüsünün yol açtığı
krizden sonraki ikinci uzun konuşmasında özetle “Evde kal Türkiye”
dedi. Konuşmadaki vurgulu bir bölüm de şuydu: “Dünya bu salgın
hastalığın ardından hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yepyeni bir
küresel, siyasi, ekonomik, sosyal sistemin inşa edileceği bir
döneme doğru gitmektedir.”
Konuşma, devletin, yetkililerin ikazlarına (talep ve
talimatlarına yani) harfiyen uyun diyordu, salgın gittikten sonra,
“Aydınlık yarınlar bizi bekliyor”du.
Evde kal kampanyasının şiarı, “Hayat eve sığar.” Evde kalın,
dışarı çıkmayın. Korona virüsünün yayılmasına karşı tedbir için.
Yayılan, ölüm tehlikesidir ve slogan, bu tehlikenin evin dışında
olduğu, evin içinin güvenilir olduğu varsayımına dayanıyor. Evin
içinde hayat, evin dışında ölüm var. Hayat memat meselesi. Ölüm
kalım.
EV KİMİN PEKİ?
Ev sokaktan başlar. Ev biraz sokak, biraz cadde, biraz meydan
biraz da yandaki, öndeki, arkadaki evdir. Hiç kimse evden
çıkmayınca sokak da sokak olmaktan çıkar biraz. Ev çünkü sokaktan
başlar ve sokakta biter. Eve o sokaktan, dışarıdan lokma girmesi
gerekir ve evden atık çıkması gerekir. Yoksa ya açlıktan ya
pislikten ölürüz. Evden çıkma mecburiyeti, eve lokma girmesi
mecburiyetindendir. Yani evden çıkmamak lazımsa da evden çıkmak da
lazım. Herkes evinde kalınca, eve girmesi gerekenlerin ve evden
çıkması gerekenlerin bir hal çaresi olması gerekir. “Evde kal”
diyen devletse bu emrine uyulmasını temin için hal çaresini de
bulması gereken de o olur. Devlet herkesten iyi bilir ki, ev ne
kadar fakirse içindekilerin dışarı çıkma mecburiyeti o kadar çok
olur. Devletin evde kal çağrısını canı gönülden çoğaltmak, yaymak
için evde kalanların lokmasız kalmaması için ne yapılacağını bilmek
gerekir. Lokma diyoruz ama mesele sadece lokma değil: Ev kimin?
İçinde oturanın tabii ama değil de.
AYDINLIĞIN KAYNAĞI KÂR, FAİZ, RANT MI?
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 2017 sonu itibarıyla
“kendi evinde oturanlar”ın oranı yüzde 57. Yani nüfusun yüzde 43’ü
kendi evinde oturmuyor. Aynı kurum 2002’de bu oranın yüzde 73
seviyesinde olduğunu söylüyor. Yani iktidar partisinin 17 yıllık
iktidarı döneminde ev sahipleri azalmış, kiracılar artmış. Nüfusu
borçlandırarak durmadan çalışmak zorunda olan, kuru bir hayata
mahkum kişilerin artması stratejisi çok başarılı olmuş özetle. Bu
stratejinin öbür ayağı da kâr ve faizin yanı sıra rantla
geçinenlerin oranının değil ama evlerinin ve dolayısıyla
gelirlerinin artması, yani tatlı bir hayata sahip olanlar için
hayatın giderek tatlanması. Rabbimizin verdikçe vermesi onların da
aldıkça alması.
Kendi evinde oturanlar niye artmış, biliyoruz. İktidarın
inşaatçılığı sayesinde: Evi yaparken para kazan, sonra kiraya ver
gene kazan. İşler yolunda gittikçe kazan, kriz çıkınca daha çok
kazan. Sayılara devam: 2017 sonu itibarıyla mevcut konut sayısı 23
milyon, kirada olan hane sayısı 6 milyon. 13.2 milyon aile kendi
evinde oturuyor. 2002 yılında 12 milyon kişi kendi evinde
oturuyormuş. Sayı artmış ama oran olarak azalmış. Tutmuş strateji
yani.
PATRONLAR İÇİN KALKANLARIM VAR!
İnşaatçı iktidar, kendi evinde oturanların oranını artırmayı
hedeflememiş pek, daha çok ev yaptırıp ya da alıp kiraya verenleri
desteklemiş hep; 2017’den 2018’e geçerken ortaya çıkan rakamlar
bunu daha iyi gösteriyor: 2017 sonu itibarıyla 6 milyon olan kiracı
hane sayısı 2018 sonunda yüzde 11 artışla 6.7 milyona ulaşmış.
TÜİK, 2018 itibarıyla kiracıların her ay ev sahiplerine 5 milyar
lira kira ödediğini de bulmuş. Hane halkı her 100 liralık
harcamanın 23.7 lirasını faturalar (doğalgaz, elektrik su vs) ve
kira için harcıyormuş, gelir düştükçe bu oran yüzde 31.4’e kadar
çıkıyor. Evde kalalım tamam ama o evin kirasını nasıl ödeyelim?
Doğalgazı, elektriği, suyu?
Buraya döneceğiz, arada malumu hatırlatalım:
“Ekonomik İstikrar Kalkanı”nda ev almaya kolaylık getirilmesinin
gururla açıklanması boşuna değildi, bildik stratejinin iş başında
olmasının verdiği gurur ve neşeydi bu. Kendisine “evinde otur”
denilen kişinin o evin kirasını, faturalarını nasıl ödeyeceğine
dair hiçbir alamet yoktu Kalkan’ın içinde. Yani Kalkan, ev
sahibinin kalkanı kiracının değil. Patronun kalkanı işçinin değil.
Belki bunu anlamayan olur diye o paket açıklanırken TOBB Başkanı
Rifat Hisarcıklıoğlu’nun neşesi gözlerimizin içine sokuldu. Yurttaş
paketi değildi o, Rifat Hisarcıklıoğlu paketiydi.
PAKETİN BOŞ TARAFI
1 milyon 500 bin hane kiracı değil ama kendi evi de yok,
lojmanlarda da 300 bin hane var. Yani yaklaşık 8.5 milyon hanenin
kendi evi yok. Paket onlara ev vaat etmediği gibi, kira ödeme
mecburiyetine karşı ne yapılacağını da söylemiyordu. (Elbette,
kendi evinde oturan ya da kendi evi olmasa da kira ödemeyen
“zengin”leşmiş olmak, ev sahibi olup da lokmaya muhtaç olanlar,
yani çalışmaya mecbur olanlar hiç de az değildir.) Herkes ne
yapılacağını iyi bildiği için söylemiyordu ve Hisarcıklıoğlu da bu
yüzden neşeliydi: Kira ödenecek, ödemeyen evden çıkar, ödeyen
gelir. Ev alamayan, dışarı çıkıp çalışamayacak hale de geldiğine
göre zaten yine alamayacak ve ev alabilen (Söz temsili, Rifat) yeni
yeni evler alacak. Paketin dolu tarafı buydu yani. Tabii vatan
haini olmayanlar paketin dolu tarafına bakacak, paketin boş
tarafını konuşmak boş. Çünkü o taraftakilerin cebi boş.
PEKİ SEN HİÇ MAAŞ ALDIN MI MUHTEREM?
Erkan Baş’a, virüs krizine karşı tedbirlerin yetersizliğini ve
paketin tercihlerini eleştirdiği parlamentodaki konuşmasına “Sen
hiç maaş ödedin mi” diye laf atan ağız, bu iktidar anlayışının
düşünmeye ihtiyacı olmadan konuşma gücüne sahip ağzıydı. Gücü
olanın bir şey düşünmesi gerekmez, konuşması yeter.
Maaş ödeyenler önemli bu iktidarda, maaş alanlar, dahası
alamayanlar değil. Maaş garanti değil, almak için önce çalışmak
gerekli. Çalışmadan maaş alamayan kişi, evde, yani hayatı korumak
için mecburen oturması gereken yerde oturursa maaş alamaz. Ona maaş
verecek kişi, maaş vermeye mecbur değilse, verir mi? Paketi
açıklayan cumhurbaşkanının bu konuda arzusu, ricası var, “istihdamı
önemseyeni biz de önemseriz” gibilerinden ama o “istihdam”
sağlayıcının bir mecburiyeti yok. Nitekim, “ücretsiz izin”ler en
güçlü firmaların bile ilk tercihi. Çalışma saatlerini kıstılar
mesela, işçinin maaşını da o saatler kadar kıstılar filan. Kriz
tedbiri olarak ilk kapatılan küçük işletmeler mesela, borçlanmaktan
başka öneriniz oldu mu onlar için ve çalışanları için?
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak lafından ne anlamalıyız o
halde? Çok kazanan daha çok kazanacak, çok kaybeden daha çok
kaybedecek. E bu zaten böyle değil miydi? “Yepyeni” bu değilse ne?
O yepyeniyi şu kriz günlerinde görmeye başlamayacaksak ne zaman
görmeye başlayacağız?
O yeni dedikleri, her vatandaşa bir kayyım atamak olmasın?