Nüfusunun yüzde 10’una yakını üniversite öğrencisi olan bir kentte, bu insanların kentle kurdukları ilişki -ben zamanında bir yere saplanıp kalmamak için İstanbul’a gelmişken- neden şimdi üniversite yaşamı, okul - ev - yakın çevre ile olmanın ötesine geçemiyor? İster yerleşke ister kampüs olsun, dersler bittiği anda tüm öğrenciler üniversiteyi terk ediyorlar. Etrafta onları tutacak, cezbedecek bir kamusal alan, park, eğlence mekanı, kütüphane, müze, sergi salonu vb. bir şeyler yok.
Peki ne var?
Üniversite sınavları bu hafta yapıldı, 31 Temmuz’da da sınav sonuçları açıklanacak ve ardından tercih telaşı. Aileler, çocukları ile tanıtım günlerinde tek tek üniversiteleri gezecek, sundukları imkanları karşılaştıracak, hangi meslek ilerde daha iyi para kazandırır hesapları yapılacak ve nihayetinde bir karar verecekler.
Bana bu yazıyı yazdırtan ise basit bir istatistik. Türkiye ortalamasının tam tersine, İstanbul’da her üç öğrenciden ikisinin vakıf üniversitelerini tercih etmesi ve devlet – vakıf ayrımı olmadan 1.3 milyon öğrencinin üniversitelerde eğitim alıyor olmaları.
Aslında İstanbul’daki üniversite sayısı düşünülünce ilk bakışta ortada bir sorun yok gibi. İstanbul’da, dokuz devlet üniversitesi (Türkiye geneli 129) 51 vakıf üniversitesi (Türkiye geneli 72) ve beş vakıf meslek yüksek okulu (hepsi İstanbul’da) bulunurken bu oran olağan gelebilir. Bölgeler arası gelir dağılımı eşitsizliğinin İstanbul lehine olması, ücretli vakıf üniversitelerinin tercih edilme oranını da açıklayabilir.
Ama bu “olağan duruma” ve “tercihe” gündelik hayatın ve küçük hikayelerin ölçeğinden bakarsak, bakın karşımıza ne çıkar?
Kendi zamanımda sınava girerken iki amacım vardı: Birincisi, babamın deyişi ile iyi bir üniversite kazanarak “o altın bileziği koluma takmak”, ikincisi ise yaşadığım yerin sorgulanamaz kurallarından kaçmaktı.
Hayatım boyunca bir yere saplanıp kalma korkusu en güçlü motivasyonum, en uzak ve çekici yer ise İstanbul’du. Mimarlık bölümüne üzülerek girmediysem de severek bitirdim. Mezun olunca bir işte çalışarak deneyim kazanmak ve işin mutfağını iyice öğrendikten sonra kendi işimi kurmak bir yandan da yüksek lisans yaparak mesleğim üzerine düşünen bir insan olma niyetim vardı. Yani heyecan, merak ve amaç vardı.
BUGÜNÜN ÖĞRENCİLERİNİN HALET-İ RUHİYESİ
Kendi öğrencilik yıllarımdaki ben ve arkadaşlarım ile şu an önüme gelen öğrenciler arasındaki en temel fark, şimdikilerin hayata dair herhangi bir umutlarının olmaması. Bu eksiklik onları uyuşturuyor, her şeye karşı aldırmaz ve ilgisiz kılıyor. Meslekleri ile içsel bir bağ kurabilen çok nadir. Sonrası hakkında ise neredeyse hiçbir fikirleri yok.
İşte sizlere birkaç anekdot ve gözlem.
Son sınıfa gelmiş ama inatla derslerini tamamlamayan bir öğrencime “hadi biraz çalış, kurtul şu öğrencilikten, bak hayat geçip gidiyor” demiştim.
- Hocam mezun olunca ne yapacağımı bilmiyorum ve korkuyorum.
Bir defasında da, mezun olduktan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz diye sınıfın geneline sormuştum.
- Babam müteahhit, onun yanında çalışacağım. (azımsanmayacak çoğunlukta)
- Yurt dışına gitmek istiyorum. (ama bunun için ne azimleri var ne de not ortalamaları tutuyor)
- Şantiye şefi olup, bütün gün sohbet edip, çay içmek. (yapmışlığım vardır, o iş öyle kolay değil canım)
İyi bir büroda çalışarak ya da yüksek lisans yaparak kendisini geliştirmeyi düşünenler varsa da, bunlar için çok nadir demem bile fazla olacaktır. Hiçbiri ne okuldaki derslerinde ne de sonraki hayatlarında çabalamak ve zora gelmek istemiyor. Bir şeyler başarmak gibi bir dertleri yok.
Keşke sadece bununla sınırlı olsa, üniversite seçimleri bile aynı şekilde.
Kültürlü bir aileden geldiği ve bilgi birikimi diğer öğrencilerden fazla olduğu hemen belli olan bir öğrencime sormuştum, “daha iyi bir okula, hatta devlet okuluna gidebilirdin?”
- Pencereden baktım, en yakını burası idi, fazla uğraşmak istemedim.
Benim zamanımda Türkiye’nin her yerinden gelenlerle karşılaşmak mümkündü. Şimdi ise çoğunluğunun ailesi İstanbul’da ve kendilerine en yakın olan vakıf üniversitesini tercih ediyorlar. İstanbul dışından gelenler ise ya okulun yurtlarında kalıyor ya da yakınlarında ev tutuyor. Bütün hayatları okul ile ev arasında geçiyor, boş zamanlarında bulundukları yakın çevrenin dışına hiç çıkmıyorlar.
Bir defasında zorla, “hocam beraber bir yemek yiyelim” diye ısrar etmişler ve her zaman vakit geçirdikleri bir yeri önermişlerdi. Meraktan gittim. Yeni Bosna’da, E5 üzerinde, televizyondan gümbür gümbür ne olduğunu bilmediğim bir müzik çalan, bol aynalı iç mekanı ve aydınlatması ile biraz pavyonu andıran tuhaf bir yerdi. Bir tek burası vardı, onlar için.
Yüksek lisans yapmak isteyenlerin durumu da farklı değil.
Yüksek lisans öğrencisi seçme mülakatındayım. Jürideki herkes biliyor, başvuran tüm öğrencileri alacağımızı. Çünkü üst yönetimin talimatı “geleni çevirme” yönünde. Karşımdaki öğrenci, Anadolu Yakası’nda bulunan bir üniversiteden mezun.
Sordum:
- Neden kendi üniversiten yerine burayı tercih ettin?
- Çünkü evime daha yakın.
Saf mı, umursamıyor mu ya da zaten her şekilde alınacağını biliyor mu, parasını ödedikten sonra?
Kuşkusuz temel sorunlardan biri, 25 yıldır vakıf üniversiteleri olan bir ülkede, sayıları hızla artarken aralarında verdikleri eğitim ile farklılaşanlarının çok az olması ve hepsinin üç aşağı beş yukarı birbirlerine benzemeleri.
Ama bu durumu sadece kestirmeden, bununla açıklamak yeterli değil.
ÜNİVERSİTELER KENTİ İSTANBUL
İstanbul Valiliği'nin ilgili sayfasına girince, en yukarıda büyük ve kalın harflerle “Üniversiteler kenti İstanbul” yazdığını ve hemen altında da, bir üniversite klişesi olan havaya atılan kepler fotoğrafı görürsünüz.
İstanbul’da üniversitelerde okuyan 1.3 milyon öğrencinin sayısı, Avrupa’daki pek çok kentin nüfusundan fazla. İstanbul’un nüfusu 15 milyonu geçmiş olabilir fakat yine de kentin yüzde 10’una yakın bir orandalar ve bu genç nüfusun kentin çehresinde hiç iz bırakmaması mümkün mü?
Atladıklarım olabilir ama Anadolu Yakası’ndan başlayıp, Avrupa Yakası boyunca uzanan E5 yolu aksı üzerinde 13 vakıf üniversitesi var ve hepsi de tek bir binadan (adına yerleşke deniliyor) oluşuyor. Hiçbiri en baştan üniversite olarak inşa edilmemiş; otelden, işhanından bozmalar, hatta otoparktan dönüştürüleni bile var. Geçenlerde büyük bir yapının cephesinde “üniversiteye komple kiralık ya da satılık bina” ilanı gördüm diyeyim ve bu noktada susayım.
Kampüsü olanlar ise kentin merkezinde boş arazi kalmadığı ya da çok değerli olduğu için, İstanbul dışı sayılabilecek ıssız yerlerde bulunuyorlar. Bir yandan da kentin içine yayılmış devlet üniversiteleri kent dışına itelenmekte, şu ya da bu nedenle. (hemen Yıldız Caddesi üzerindeki YTÜ kampüsünü, Nişantaşı’ndaki Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni ve en günceli MSGSÜ Devlet Konservatuarı binasını hatırlayın)
Bütün bunları üst üste getirince, İstanbul bir üniversite kenti gibi durmuyor.
ÜNİVERSİTE KENTİNE BİR ÖRNEK
Oxford denildiğinde akla ilk Oxford Üniversitesi gelir ve aranızda Oxford’un esas olarak İngiltere’nin küçük bir kentinin adı olduğunu bilmeyenler bile çıkabilir. Üniversite 1096 yılında kurulmuş ve İngiltere’nin en eski üniversitesi. Tüm kente dağılmış farklı binalarda, 12 bini lisans ve 10 bini lisansüstü olmak üzere 22 bin öğrenci eğitim görüyor ve üniversite dahilinde faaliyet gösteren birçok enstitü ve değişik akademik departmanlardan başka, ayrıca kentte 38 de kolej bulunuyor.
Araya küçük bir not gireyim, İngiltere'nin şimdiye kadarki 26 ve dünyanın 30’a yakın devlet başkanı burada eğitim almış.
Oxford kenti, üniversitesi, kolejleri, dil kursları, kamusal alanları, parkları, herkese açık kütüphaneleri, müzeleri, sergi salonları, pub'ları, kafeleri, eğlence mekanları ile dünyanın her tarafından sadece öğrencileri ve araştırmacıları değil turistleri de kendisine çekiyor ve kentin zenginliği ve refahı buna dayanıyor.
EVE YAKIN ÜNİVERSİTE, TEKRAR...
Peki, İstanbul’daki üniversite öğrencileri nerede?
Ya da asıl soru, nüfusunun yüzde 10’una yakını üniversite öğrencisi olan bir kentte, bu insanların kentle kurdukları ilişki -ben zamanında bir yere saplanıp kalmamak için İstanbul’a gelmişken- neden şimdi üniversite yaşamı, okul – ev - yakın çevre ile olmanın ötesine geçemiyor?
İster yerleşke ister kampüs olsun, dersler bittiği anda tüm öğrenciler üniversiteyi terk ediyorlar. Etrafta onları tutacak, cezbedecek bir kamusal alan, park, eğlence mekanı, kütüphane, müze, sergi salonu vb. bir şeyler yok.
Peki ne var? Bunların hepsinin yerine ikame eden AVM’ler, bir de eve dönerken ayak üstü uğradıkları, öğrencilerimin beni zorla götürdüğüne benzer o tuhaf mekanlar var. Kamusal alan? AVM’nin boşluğu? Sanat?
Ara sıra o boşlukta kurulan kıytırık bir resim sergisi ya da kalabalığın uğultusundan zor duyulan göstermelik bir müzik dinletisi. Film festivali? İlgilerini çekmiyor, AVM’lerdeki vizyon filmleri yeterli. Kütüphane? Sadece ders çalışmak zorunda kalınca.
İtiraf: Ben de artık çalışacağım üniversiteyi seçerken önce evime olan yakınlığına bakıyorum. Çünkü ikisi arasında hiçbir şey bırakılmadı.