Bir eve, sınırlandırılmış bir hayata, bir adım ötesi sisle kaplı bir balkona sığınmışken de asıl sınavımız kendimizle. Hiç de şirin, hafifletilebilir bir süreç değil bu. Hayır, koza falan demeyelim, tırtıl değiliz. Olası tüm zorluğuyla bu süreci, kimse bizi gelip kurtarmadan yaşayacağız. Hastalansak da, hastalanmasak da, hastalanıp iyileşsek de dünyanın bu yeni hali ciğerimize inecek. Deneyimlerimizi paylaşacağız, birbirimize hikâyeler anlatacağız, kahramanlık öykülerine prim vermeden hayatı oluşturan küçüklükler çerçevesinde dayanışacağız.
Türkiye’de ilk vakaların görüldüğü, sokakların boşalmaya
başladığı günlerde, gece yarısı Kadıköy’de ufak bir yürüyüşe
çıkmıştım. Kaygı ve stres solunur cinstendi. Maske ya da eldiven
takmanın güvenilir olup olmadığı başta, her konuda birbiriyle
çelişen fikirler gırla gidiyordu. “Kelle paça için, tuzlu suyla
gargara yapın, bir şeyciğiniz kalmaz”la olası en kötü senaryolar
arasında zihinler karman çormandı. Açıklanan bilgilere hiç
güvenmiyor, Trevanian’ın bir dönem çoğumuzu esir olan “Şibumi”sinde
dendiği gibi, “Temkinli olmak incitmez,” diyordum. Yeterli maskeyi
hemen temin eden ekiptendim, maskesiz kapı önüne bile çıkmıyordum.
O gece de maskeli ve kapüşonluydum. Neredeyse boş caddede sarhoşlar
ve incitilemezlik bilgisiyle dopdolu, neşeli birkaç genç arasında
el ele tutuşmuş maskeli bir çift çarptı gözüme. Yürüyüşlerinde bir
tür meydan okuma vardı, aşkı ve sokakları terk etmiyorlardı. Gezi
zamanlarını hatırlatan bir manzaraydı, fotoğraf çekmek istemedim
ama kazındı zihnime.
Sonraki iki gün içinde bir arabayla taşınabilecek tüm eşyayı
birkaç koli ve valize sığdırıp o tatsız atmosferde gidiş-dönüş
Gebze-Kadıköy-İznik güzergahını göze alan güzel kalpli bir
arkadaşım ve ablası eşliğinde, belirsiz bir süreliğine İznik’e
geldim.
Daha Salacak’tan Kadıköy’e taşınmanın etkisini üstünden atamamış
kedilerim ilk günlerde çok asabiydi. Ama kedi her şeye alışıyor.
Yeni eve, odalarına, değişen rutinlerine ve mama markasına
alıştılar. Hayatta kedilerden öğrendiklerimi saymakla
bitiremem.
Karantina süresini İznik’te geçirmek istememin başlıca iki
nedeni vardı. Pek sevdiğimiz Kadıköy’ümüzün en uygun koşullarda
dünyanın kirasını ödediğimiz küçücük evleri insanın üstüne üstüne
geliyor. Balkonum yoktu! İş hayatımın en az yarısında evden
çalıştığım halde zorunlu, balkonsuz kapanma hali sinirimi
bozuyordu. Ne zaman ne olacağı belli değildi. İtalya’da sokak
ortasında ölenlerin haberleri gelmeye başlamıştı. Hastalanıp evde
yalnız kalma düşüncesi başta binbir kaygı konsantrasyonumu yerle
bir ediyordu. Yaklaşık bir yıldır sık sık gidip geldiğim İznik
görece korunaklı bir yer ve sevgilim burada. Pılımı kedimi toplayıp
kaçtım valla. Bu kadar zor zamanlarda insan imkân varsa sevdiği,
güvendiği birilerinin yanına sığınmak istiyor.
Bu aralar bir evde yalnız kalmayı pek istemememin şu an şu
kadarını yazmak istediğim başka bir nedeni daha var: Bu karantina
halinin en kötü yanlarından biri, ihtiyacı olan uzaktaki bir
yakınımızın yanında olamayacağımız bilgisi. Ne taşıdığımızı,
sevgimizle beraber bir virüs götürüp götürmeyeceğimizi bilememek
bizi bedenimize hapsediyor.
Bir aydır burada, zeytinlikler içinde bir evdeyim. Manzaramda
bir traktör ve aç kaldıklarında bile efendilikleriyle parmak
ısırtan iyi kalpli köpekler var. Haftada bir kez göl kıyısına
iniyorum. Geçenlerde dezenfektan sıkıp oturduğum bankta manzaraya
birden 9-10 yaşlarında çok sevimli bir çocuk girdi. “Anne, gölün
kokusunu alabiliyorum!” diye sevinçle dolandı durdu. Annesi öbür
bankta oturan, 65 yaşlarındaki bir adama “biraz temiz hava alalım
artık dedik, ne yapalım” diye açıklama yaptı. Amca mahcup
gülümsedi. Kendimi fazlalık gibi hissederek kapüşonumu takıp boş
sahilde yürüdüm, yürüdüm. Açık havada yürüyebilmek ne büyük
nimet.
Market seferleri ve haftalık yürümeler haricinde evdeyim. Geniş,
ferah ve kitaplığımın olmadığı bir ev burası. Kendimi bildim bileli
kitaplar o denli hayatımın ve manzaramın parçası ki bu durum bana
çok garip geliyor. Son günlerde sosyal medyada uzadıkça uzayan
kitaplık önünde yayın yapma dalgası salt bu nedenle bile o kadar
manasız ki. Kitaplığın olası en makul ortak fon olma özelliğini
hadi geçelim. Bildiğin hayatın içi dışına çıkmış ya da tam tersi.
Kendini iyi, güvende hissettirebilecek az şeyin başında kitaplar
geliyor. Kitaplık önünde yayın yapmayı hava atma girişimi olarak
görmek çok sıkı bir kompleks ya da ciddi sinir bozukluğu emaresi.
İnanılmaz ama, günlerce konuşuldu bu. Karşılığında manifesto
mahiyetinde çarşaf çarşaf kitaplık fotoğrafları paylaşıldı. Soğanlı
soğansız menemenden beter bir bölünme yaşandı. Her fırsatta kanının
son damlasına kadar taraf olmaya meyyal garip bir toplumuz, dün bir
film olur tartışma konusu, bugün kitaplık. Bu kadarla kalmıyor ama.
Bunun ardında dille arası -konuşmaktan öte- hiçbir zaman pek iyi
olmayan bir toplumun bitmek tükenmez bilmez entelektüel düşmanlığı
var. İronik biçimde buna entelektüeller de kolaylıkla dahil
olabiliyor. İlk taşı benzerlerimize atmaya çok meraklıyız hatta,
derdimiz hep birbirimizle. Bunu zaman zaman yazıyorum zaten, sonra
yine açarım.
Bu zor zamanların bize en iyi öğrettiği, “eve sığmak” oldu
herhalde. Sevdiğim bir arkadaşım, ruhen hayli eğitimli, nazik bir
erkek boşanmasından bir süre sonra çoğu geceyi dışarıda
geçirmesinden dem vurarak “evime sığmayı öğrenmem gerekiyor,”
demişti. Belki hepimizin bu süreçte farklı biçimlerde zorunlu
olarak geliştirdiği çok değerli bir bilgi bu.
Biraz kişisel noktalardan girdim yazıya. Kendimden çıkıp
ortaklaşarak ya da en benzemez görünen hayatlarda kendiminkiyle
ortak yönleri saptayarak yazıyorum bu tür yazıları. Deneyimin
biricikliği yanılsamasından koruyor bu insanı ya da mesela
“İnsanları sevmiyorum” gibi sözler etmekten. Sevip sevmediğimiz her
şeye dahil olduğumuz, iyinin ve kötünün tam içimizdeliği, en çok
sinirlendiğimiz şeylerin kısmen kendimizin de yaptıkları olduğu
bilgisi bir kez içe yerleşince kendini cart diye pek bir musibetten
ayıramıyorsun. İçine bakıp kaynağını orada arıyorsun önce.
Umberto Eco ve meşhur
kitaplığı
Üniversite yıllarından beri hayatımı yazarak kazanıyorum. Tuzum
hiç kuru değil. Bu süreçte yazı çizi emeğiyle geçinen herkesle aynı
kaderi paylaşıyorum. Hepsinin üstünde de ölümlülük bilgisi. Eco’nun
deyişiyle “çok şevk kırıcı, küçük düşürücü sınırımız” olan ölüm
sert biçimde burnumuza dayandı hepimizin. Ve bunda da eşit değiliz,
hiç değiliz. Çalışmak için sokağa çıkmak zorunda olan Suriyeli bir
çocuk kalbinden vuruldu iki gün önce. Evin esas sahipleri,
kadınlar, ihtiyarlar bu süreçte de en çok ezilenler arasında.
LGBTI+ bireyler toplumun kılıf arayan öfkesine hedef gösteriliyor.
Dört duvara sıkışmış öfkeli erkeklik her gün evi bir arada tutmaya
çalışan kadınları vuruyor. Güvencesizler daha güvencesiz, her şey
daha adaletsiz. Ne olacağı da hiç belli değil. Bildiğimiz
distopyalara hem benziyor, hem benzemiyor bu süreç. Evimizin,
kafamızın içine bu denli kilitlenmeyi pek hayal edememişiz. Hayat
daima insan yapıntısı kurmacadan acımasız.
Evin insanı yutan doğası, köpükler arasında kayboluşumuz,
görünmez ev emeğinin cidden ne kadar da görünmez olduğu konusunda
günde elli kez “ev kadınları”yla kurduğumuz, umarım azıcık kalıcı
olacak empati ve daha pek çok şey hakkında yazacaktım. Mucizelere
duyduğumuz kurtulunamaz inançtan beslenen şarlatanlar ordusu, her
gün birkaç gereksizi kendi elimizle ünlü edişimiz, bir başımıza
kaldığımızda bile yüzleşemediklerimiz ve daha bir dolu şey hakkında
da. Devam edeceğim.
Nil Karaimrahimgil 'karantina'
demeyelim 'koza' diyelim önerisinde bulundu.
Bu süreçte, şu ana dek öğrendiğimle bitireyim. Koşullar ne
olursa olsun, bir eve, sınırlandırılmış bir hayata, bir adım ötesi
sisle kaplı bir balkona sığınmışken de asıl sınavımız kendimizle.
Hiç de şirin, hafifletilebilir bir süreç değil bu. Hayır, koza
falan demeyelim, tırtıl değiliz. Olası tüm zorluğuyla bu süreci,
olduğundan başka bir şeye dönüştüremeden ve kimse bizi gelip
kurtarmadan yaşayacağız. Hastalansak da, hastalanmasak da,
hastalanıp iyileşsek de dünyanın bu yeni hali ciğerimize inecek.
Deneyimlerimizi paylaşacağız, birbirimize hikâyeler anlatacağız,
kahramanlık öykülerine prim vermeden hayatı oluşturan küçüklükler
çerçevesinde dayanışacağız. Bir gün her şey biterse esas mesele
evden nasıl ve nereye çıktığımız olacak. “Buradan” yine, kendimizle
çıkacağız, kesin tek bilgi bu.