Dün “Çalışan Gazeteciler Günü”ydü; bayram mıydı, meçhul.
Hemen öncesi de gazeteci Metin Göktepe’nin polis tarafından dövülerek öldürülmesinin yıldönümü.
Çalışan Gazeteciler Günü 1961’den bu yana 61 yaşına ulaşmış.
Metin Göktepe ise 53 yaşını bitirecek 3 ay sonra! “Devletin duvardan düşüp öldü” diye açıkladığı ve Sabancı Suikastı ile aynı saatlere denk gelen ya da getirilen cinayeti ise 26 yaşında!
Çalışan Gazeteciler Günü’nün manasını bilmem herkes bilir mi?
Gazetecilere verilen haklara ve 212 sayılı kanunun çıkmasına karşı, gazete patronlarının gazete basmama kararını protesto eden, sokaklara çıkan, gazetelerini halk için patronsuz çıkarmaya koyulan gazetecilerin dayanışma ve cesaret bayramıdır.
Yani sonraki “Patron düzeni”yle, gazeteciler üzerindeki devlet-iktidar-patron diktatörlüğüyle, “çalışan gazeteci” olsalar bile gazetecilerin teslimiyetiyle ilgisi olmayan bir gün!
Baskı ve işten atılma yüzünden çalışamayan nicesinin inadına dayanışma günü…
Alışan, yılışan, bulaşan, buruşan gazetecilerin ve gazeteciliğin de, becerebilirse, aynaya bakıp azıcık utanç duyma vesilesi belki
Ki bu iş çok zor Metin!
Metin Göktepe, devletin giderek daha çok tekelinde olan “Kim gazeteci kim değil” ayrımında, sarı basın kartından da mahrum edilmiş bir Evrensel muhabiriydi, yerel şiddetle gencecik ömrü alındığında.
10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nden hemen önce.
O yüzden de onu gazeteci saymamaya bile çalıştılar…
Medyada bazıları bile küstahça bunu savundu!
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve genç gazeteciler, o günün kendiliğinden örgütlenmesi olan Gazeteciler Meclisi, Göktepe’nin sadece hatırasını değil, davasını da bırakmadı.
Nihayetinde bazı polisler mahkum oldu; Çiller dönemindeki cinayette öldüren polislerin cezasını af düzeyine indirmek de Ecevit koalisyonunun “Rahşan Affı”na nasip oldu.
2009 senesinde bana “2008 Metin Göktepe Onur Ödülü” verildi.
Sebebini yazacağım. Aslında medyadaki bir utanç yüzündendi.
O sene Göktepe Dayanışma Ödülü, Sabah ve ATV’nin yer aldığı, yeni kurulan medya grubu Turkuvaz’da greve giden, kapı önüne çadır kuran az sayıda gazeteciye verilmişti.
Biri de, Metin ile aynı yaşta olan ve 2015’te, camına kartopu gelen esnaf tarafından öldürülecek Nuh Köklü idi.
Bana ödül şu gerekçeyle verildi:
“Medya grubundaki grevi, aynı gurubun gazetesi Sabah’taki köşesine taşıdığı, toplumun çeşitli kesimlerinin sorunlarına köşesinde yer verme duyarlılığı gösterdiği için…”
Elbette Metin’in adıyla, ödül bir yana, bir merhaba bile benim için onurdu.
Ama ödül gerekçesindeki acı tada bakar mısınız?
Bu şu demekti:
Bugün adını bir çırpıda sayıp tanıdığınız ünlü yazarlar başta, rakip medya grubundaki çok ünlüler de dahil, bu grevi görmüyorlardı. Meslektaşlarını görmezden geliyorlardı. Siz onların bazılarını hep ilkeli, cesur filan da sanmış olabilirsiniz.
Benim pek uğramadığım Sabah-ATV binasına her gün giren ve masaya oturunca küçük dünyaları yaratan o “büyük” gazeteciler, kapı önündeki çadıra, içindeki az sayıda cesur meslektaşına, astıkları iki pankarta karşı kör ve sağırdı.
Başlarını oraya çevirmiyor, bakmıyor ve görmüyorlardı.
Sonra okurları, onların Türkiye’nin, insanlarının bütün dertlerini gördüğünü zannediyor; seçerek, ayırarak, kayırarak yazdıkları iki yazı, üç haberde belki de onları cesur, harika, şahane ve hatta “gazeteci” buluyorlardı!
Ödül gerekçesinin ikinci bölümü de tam oydu sanırım:
“Toplumun çeşitli kesimlerinin sorunlarına köşesinde yer verme duyarlılığı göstermek!”
Bir gazetecinin işi bundan başka ne olabilirdi ki?
Ama “toplumun çeşitli güçlü kesimleri”ne tapan, bazılarıyla kanka olan, bazen bir iki yere çakan kimi gazeteci; ezilen, susturulan, sesi kısılan, emeği ve hayatı çalınanları görmüyordu demek. Meslektaşını da vatandaşını da!
Misal, ha babam banka patronları, genel müdürleri köşeden habere her yere yerleşiyor, ama banka çalışanları görünmez oluyordu. 30 kişi kocaman oluyordu medya gözlüğünde; 33 bin kişi ise un ufak, tuz buz, birer hiç!
Generalleri görenler, alttaki on binlerce askeri görmüyordu! İktidarı görenler, onun ezdiği hayatları görmüyordu.
Bunu istediğiniz her yere; etnik, sınıfsal her meseleye de taşıyabilirsiniz!
Belki Çalışan Gazeteciler Günü de bir gün “Vicdanı Çalışan Gazeteciler Günü” olarak anılır, öldürülemeyen umut bu ya, daha çok güne yayılır!
O ödülden altı yıl sonra, 2015’te yine Metin Göktepe Ödülleri vesilesiyle şunu yazmışım:
* * *
“Evrensel Gazetesi muhabiri Metin Göktepe gazetecilik yaparken polis şiddetiyle, tekmelerle, yumruklarla, işkenceyle öldürülmüştü.
19 yıl geçti.
Bu yıl Metin Göktepe Ödülü fotoğraf dalında Mehmet Emin Al’a verildi
Fotoğrafın başlığı “İktidar Tekmesi” yani “Yere düşmüş Somalı işçiye özel polis timi nezaretinde seri tekme atan önceki Başbakan’ın Özel Kalem’i Yusuf!”
19 yıl önce, tam Sabancı Suikastı günü, bir bakıma Ali İsmail Korkmaz gibi tekme, tokat, yumruk, sopa, coplarla öldürülmüş bir gazeteci…
19 yıl sonra onun adına verilen ödülde bu kez tekmelenen bir işçi!
Göktepe öldürüldüğünde, Özel Tekme 15 yaşındaymış.
Onca tahsil vesaire; 19 yılda, bir iktidardan bir iktidara öğrendiği tekmeymiş demek.
Artık üzülüyordur belki, ama tarihe kazınıyor işte; alnına da yazılıyor.
İnsan her zaman her şeyi seçemiyor ama…
Gazetecilikte de “Özel Kalem” olmamayı seçebilirsin.
Dün gibi bugün de, tabii her seferinde daha da süflileşerek, kimileri “Özel kalem” olmayı tercih ediyor.
Belki kimi mecbur gibi, kimi ise tepeden tırnağa gönüllü; artık o şeye “gönül” denebilirse!
Böylece “özelleştirilmiş, özelleşmiş, tekmeleşmiş, tetikleşmiş gazeteci” haline geliyorlar.”
* * *
Bunları zaten o kadar sık yazmışım ki, arşiv de seçemiyor. Ama üstteki yazıdan üç yıl önce, yine Metin’in öldürülüşünün yıldönümünde yazdığım makaleyi de getirdi arşiv. Buraya kadar yorulmuşsanız okumayabilirsiniz elbette. Nihayetinde eski bir yazıdır!
“Bir anne 15 yıldır oğlunun taşını öpüyor, fotoğrafını öpüyor; toprağını kokluyor, kazağını kokluyor.
Oysa analar, insanın ilk yuvası, ilk kucağı, ilk yanağı, ilk öpücüğü analar hiç doyamazlar.
Kalbimizin güzelliklerinden “Allah sıralı ölüm versin”e inanırlar çünkü.
Sıranın bozulmasına dayanamazlar.
Dayanacak bir güçleri kalmışsa; hep o taşı öptüklerinden, hep aynı düşü gördüklerindendir.
Fadime Ana, Gazeteci Metin’in taşına 16 yıldır sarılıyor.
O gün “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” polisi Metin’i döve döve öldürdü.
Kimi büyük gazeteci, “O gazeteci sayılmaz” diye mırıldanmıştı; başta genç meslektaşları, TGC onlara da hukuk ve insanlık dersi verdi…
…Bir ana 15 yıldır, oğlu diye mezar taşını öpüyor; elini öpüşünün düşünü görüyor.
Binlerce, on binlerce ana; ama üniformalı ama değil; bir mezarı ya da o bile mevcut değil; başına ne geldiğini kahrolup bilerek veya onu dahi bilmeden kahrolarak…
Evladının köşe bucak hayalini, her karaltıda suretini, her uykuda düşünü, her sarsılışta kâbusunu görüyor, her seste nefesini, her sessizlikte çığlığını duyuyor…
…Öyle böyle, kendimizden, sevdiklerimizin kaybından, zamansız, sırasız ölümlerden az çok bilebiliriz.
İnanın, bir ölüm sadece ölüm olsa, elbet acısı, yası; bir anada evladın o bebek kokusu hep kalır.
Ama bu cennet ve cinnet vatanda, ölüm sadece ölüm değildir.
Ölümün muamması, sadece insanlığın kadim “öte dünyası” değildir.
Burada binlerce, on binlerce ölüm; burada analara taşları öptüren felaket, evvela “bu dünyanın muammaları”na dairdir.
Mustafa Suphi’lerin teknesinden, o güzelim beyni dağıtılan Sabahattin Ali’den, devlet şiddetiyle yere serilen Metin’e…
İpekçi, Emeç, Mumcu, Kışlalı, Öz, Tütengil, Doğanay, Kaftancıoğlu, Anter, Yurdakul, Hablemitoğlu, Sazak… daha birçoğuna…
Binlerce “şehit” ve binlerce “ölü ele geçirilen, etkisiz hale getirilen”e…
Binlerce infaz, kayıp ve topluca katledilenlere…
Ölüm, ahrete ait değil; bu dünyada bir muammadır!
Apoletli, üniformalı, sivil; tutuklu veya çok serbest; yüzlerce şahsiyetin esas hesap vermesi gereken, esas utanç duyması gereken, esas kahrolması şart olan budur!
Evlat diye taşa sarılan, hayat diye düşe sığınan on binlerce anaya borçlarıdır…
Neden bu kadar çok çocuğu taş ettiniz, diye!”
Not: "Özel Tekmeci Yusuf" Frankfurt Başkonsolosluğu'na Ticarî Ataşe olarak atandı.