Hafıza mekanlarımız yitip giderken onların görüntüleriyle avunduğumuz hatta o eski görüntülere bir hayli düşkünleştiğimiz bir zamandayız. Sosyal medyada ‘eski İstanbul fotoğrafları’ adını çeşitli versiyonlarla taşıyan sayısız hesap var. Benzer bir şey ne Londra ne de Paris için geçerli. Şaşırtıcı değil. Çünkü oralarda, eski fotoğraflara baktığınızda mekanlar aşina gelebiliyor. O kentlerin yarım asır öncesine ait görüntüler, bambaşka bir hayata ve coğrafyaya aitmiş gibi değil.
Tarih, her yerde iş yapıyor. Ama Batılı toplumların sosyal medyadaki popüler nostalji hesapları, tarihi kişilikler ve olaylara odaklanırken, Türkiye’de gündelik hayat ve özellikle İstanbul baş tacı ediliyor. Hele twitter’da siyasetin eski neşesi kalmadığından bu yana, arkadaş buluşmalarını paylaşmak, eski fotoğrafları ‘layklamak’ en güvenilir ve teskin edici hareket. Uluslararası nostalji rüzgarının ürünü ‘tbt’ paylaşımları kendi kısa ömrümüzün geçmiş ve güzel zamanlarıyla eğlenme fırsatı verirken, eski kent fotoğrafları da o geçmiş ve bir daha gelmeyecek zamanlara götürüyor bizi.
Video paylaşımlarının kolaylaşmasıyla, yepyeni bir dünya açıldı önümüzde. Sadece fotoğraflar değil, daha önce hiçbir belgeselde görmediğimiz kadar çok, eski film parçaları da önümüze serilir oldu. Bir zamanlar Kurtuluş Savaşı ya da Osmanlı İmparatorluğu denince her defasında aynı hızlı hızlı giden atlılar, silah üreten siviller ya da Atatürk’ün ya da bir Cuma selamlığında padişahın maiyetleriyle bir görünüp bir kayboldukları kısacık görüntüleri izler dururduk. Şimdi insanı geçmiş hayatlara, bizden önce buralarda gezinmiş insanların yaşamına taşıyan sayısız görüntü teklifsizce cep telefonlarımızdan akıp gidiyor.
Osmanlı’nın son vatandaşlarını hızlı hızlı köprüyü geçerken, miskin miskin otururken, cumbadan bakarken, sokakta bir şeyler satmaya çalışırken, evine doğru yürürken gösteren görüntüler aslında bize siyah beyaz bina fotoğraflarından çok daha fazlasını anlatıyor. Geçmişteki gündelik hayatın detaylarını, o zamanki sokakları, kılık kıyafeti, insanların nasıl durduğunu, yürüdüğünü…
Anlamak için okumak zorunda kalmadığımız, hatta bazen sesini bile dinlemeye gerek duymadan izlediğimiz video, cep telefonlarıyla barıştığı günden bu yana en gözde iletişim biçimi. Haber sitelerinden, sosyal medya fenomenlerine herkes en çok videoyu seviyor, mümkün mertebe onu öne çıkartmaya çalışıyor. Instagram ya da twitter uygulamalarımız bize kısa videoları kesip, izlemeye uygun hale getirmenin en pratik yollarını sunuyor zaten. Herhangi bir ekrandan cep telefonunuzla ilginizi çeken görüntüyü kaydedip sonra da paylaşıp yayabiliyorsunuz. Videonun hiç olmadığı kadar kıymete bindiği bir dönemde, pek çok kurum da kendi görüntü arşivlerini yavaş yavaş açmaya, kullanıma sunmaya başladı. O müthiş görüntülerin ortaya dökülmesinde bunun da etkisi büyük oldu.
Açık arşiv kavramı, özgür internet kadar güçlü bir düşünce. Bilgininin özgürce ve kolaylıkla paylaşımını savunanlar, büyük açık arşivler oluşturuyor. İnterneti insanlık için gerçekten işe yarayacak ortak bir belleğe dönüştürmek kimileri için son derece gerçekçi bir hayal. Hemen aklıma gelen SALT Online arşivi mesela, böyle bir şey. Ya da Milliyet’in sayfa arşivi öyle… TRT’nin her ne kadar fena halde filtre edilmiş olsa bile, eski programlarını izlemeye açtığı arşivi de benzer bir yaklaşımın ürünü.
BBC Türkçe’nin bu ülkeyle ilgili pek klişe ve pek turistik belgesellerden seçtiği birkaç görüntüyü yayına koyması da bize mesela 1958 yılına ait bilmediğimiz görüntüleri, izleme olanağı sundu. Başörtülü, pardesülü kadınların ve kasketli adamların koşuşturduğu sokakları, hala Osmanlı yıkıntılarının göründüğü caddeleriyle bambaşka bir İstanbul. Bazılarımız eski Türk filmlerindeki kentlere, evlere, sokaklara biraz da belgeselci gözüyle bakarız. Her ne kadar her şey kurgu olsa bile kameranın arkasından geçip giden, hikayeye dekor olsun diye çekilmiş o birkaç kişi gerçektir. Ve tabii ki mekanlar, arabalar… Eskiden pek çok filmde, araya kent çekimleri koyma adeti vardı. Kentin hay huyunu, gündelik hayatı gösteren kısa sahneler. Mesela Yılmaz Güney’in Arkadaş filmi, hedefe koyduğu burjuvaziyi anlatmaya uzun uzun sayfiye görüntüleri göstererek başlar. 1970’ler Türkiyesinde Batılı burjuvazinin yaz tatilinden paha biçilmez görüntülerdir onlar…
Son dönem nostalji rüzgarıyla gelen bir yeni akım eski fotoğraf ve filmleri paylaşmak; diğer akım ise 50’ler. Bu üstünde uzun uzun durulacak ve belli ki bolca konuşulacak bir konu. İstanbul kenti dahil herkesin hala biraz Osmanlı olduğu, araba gürültülerinin, çılgın kalabalığın, apartmanların, tüketimin ve modernleşmenin tüm hallerinin kapı eşiğinde beklediği o yıllar, geçmişe özlem duyanlar için bir asrı saadete dönüşmek üzere. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Derya Bengi’nin ‘sazlı cazlı sözlük’ çalışması ‘Şimdiki Zaman Beledir’e, yakında o dönemin gündelik hayatını siyah beyaz fotoğraflarla anlatan bir başka kitap, Serdar Korucu ile Güven Gürkan Öztan’ın yazdığı Tutku Zerafet ve Değişim (Doğan Kitap) eklenecek. İnsan bu kitapları süsleyen fotoğraflara bakarken, aslında 50’lerin bugün hayatta olanlar için de hatırlanabilecek bir geçmiş olduğunu fark ediyor. Babalarımızın, anneannelerimizin o pardesü, kasket ve başörtüler içinde fotoğrafları hepimizin aile albümlerinde yer alıyor. Biraz da fotoğrafın tam da o zamanlar yaygınlaşmaya başlamış olması sayesinde durum böyle. Yani aslında bizim sivil aile geçmişleri söz konusu olduğunda kolektif hafızamız 1950’lerden başlıyor.
Özellikle görsel hafıza bakımından durum böyle. Türkiye’de hatıralar, 1950’lerden itibaren netleşiyor ve görsel bir başlangıç kazanıyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde daha pek çok 50’ler kitabı okuyacağımızı, fotoğraf bakacağımızı tahmin etmek güç değil. Aslında birisi çıkıp, evlerdeki 50’ler fotoğraflarını toplasa, tek tek her bir sıradan kişinin ailesi tarafından aktarılacak hikayesiyle yer alacağı ve tarihi kişiliğe dönüşeceği müthiş bir sergi olurdu… Belki biri yapar, kim bilir.