Evlilik, yaşam ve ölüm: Aile Bağları

Irêne Nêmirovsky’nin uzun öyküsü “Aile Bağları” Can Yayınları tarafından okurla buluştu. Nêmirovsky’nin 1936 tarihli öyküsü, aile dinamiklerinde insan ilişkilerine dair evrensel şeyler içeren, sarsıcı bir tek perdelik hikâye…

Abone ol

Ülkemizde daha çok Fransız Süiti ile tanınan yazar Irêne Nêmirovsky, 1903 yılında Kiev’de dünyaya gelir. Bolşevik Devrimi’nin hemen ardından ailesiyle birlikte önce Finlandiya’ya, akabinde İsviçre’ye ve son olarak da Fransa’ya göç eder. Erken vakitte kaleme aldığı David Golder ve Le Bal adlı romanlarıyla adından “genç yetenek” olarak bahsettiren Nêmirovsky’nin hüneri, Balzac ve Dostoyovski gibi yazarlarla mukayese edilir. Nazilerin Fransa’yı işgaliyle birlikte Fransız jandarması tarafından 1942 yılında derdest edilen Nêmirovsky, gönderildiği Auschwitz’de 17 Ağustos 1942 tarihinde hayatını kaybeder. Ardında çok sayıda roman ve öykü bırakır.

Nêmirovsky’nin yakın zamanda Aile Bağları isimli uzun öyküsü yayımlandı. 1936 yılında kaleme alınan eser, Paris’te “ne yoksul ne zengin” bir ailenin yaşadığı kısa ve sarsıcı bir zaman aralığını anlatır. Demestre ailesinin en yaşlı üyesi Anna, her Pazar günü üç yetişkin oğlunu –gelinleriyle birlikte- ve boşanmış kızını evinde misafir eder. Gelenekleşmiş bir rutin haline gelen bu toplanma eylemi, gece uykusuna kadar sürer. Üç erkek kardeş, bu bir araya gelip, hasret giderme halinden öyle rahatsızdırlar ki, birbirlerine zor tahammül ederler. Nesnel olarak bakıldığında aralarında somut bir sorun da yoktur fakat birbirlerinden hazzetmeyip, beraber vakit geçirmekten hiç hoşlanmazlar. “Hayır, kesinlikle, ama soyadlarından ve birkaç yüz hattından başka ortak noktaları kalmamış birer yabancıydılar.” Öyle ki, içlerinden biri hakkında konuştuklarında arkalarından söylenmedik kaba bir söz bırakmazlar. Bunun sebebi ise ne kötü niyet, ne de bir nefrettir. Oldum olası birbirlerinden şikâyet etmeyi huy edinmişlerdir. Kız kardeşleri ise onlara nazaran daha güzel huyludur ama o da sütten çıkmış ak kaşık değildir.

Aile Bağları, Irêne Nêmirovsky, çeviri: Ebru Erbaş, Can Yayınları, 2019.

KARDEŞLER, ETEKLERİNDEKİ TAŞLARI DÖKMEYE BAŞLAR

Yine bir Pazar günü bir araya gelen aile üyeleri, geceleyin anneleri Anna’nın rahatsızlanması ile dumura uğrar. Acilen geri dönüp, tekrar aile evine giden kardeş ve gelinler, canhıraş bir şekilde koşuşturup bir doktor bulurlar. Annelerinin durumu sallantıdadır, yaşayıp yaşamayacağı belli değildir. Ezelden beri birbirlerinden pek hoşlanmayan, çoğu zaman bir sokakta görse yolunu değiştiren kardeşler, eteklerindeki taşları dökmeye başlar. Gelinler, ayrı bir odada birbirleriyle sohbet ederken, kardeşler salonda, sigara dumanı altında tartışmaya başlar. Küçük kardeş, uzun bir süredir metresi olduğunu ve onunla yeni bir hayat kurmak istediğini, karısını ve iki çocuğunu bırakıp gideceğini söyler. Bunun için paraya ihtiyacı vardır. Abilerinden borç ister. Varlıklı abisi de dâhil olmak üzere kimse para vermek istemez. İpler gerilir. Küçük kardeş, kendini öylesine haklı görür ki, kardeşleri ona destek olmakla yükümlüymüş gibi davranır adeta. Onlarınsa pek umurunda değildir. Tartışma büyüdükçe büyür.

ERİL ZİHNİYETİN TEMSİLİ

Anneleri uyandığındaysa başka bir mesele ayyuka çıkar. Üç erkek kardeş sanki sözleşmiş gibi, boşanmış dul kız kardeşlerinden annelerinin yanına taşınmasını ve ona bakmasını isterler. Eril zihniyetin bir temsili olan bu sahne, olay Fransa’da ve yaklaşık yüz yıl önce geçmesine rağmen kadına biçilen rol ve gelecek hakkında fikir sahibi olmamızı sağlar. Mariette’in cevabı ise nettir: “Ben de varım sonuçta, benim de bir hayatım var, tıpkı sizinkiler gibi.”

Anneye bakmak, onunla ilgilenmek için kimse öne çıkmaz. Küçük kardeşin, metresiyle kaçma isteği de nihayete varmaz. Tartışmalar başladığı gibi tamamlanır ve ortada kalakalır. Ne bir kazanan, ne bir kaybeden vardır. Aile üyeleri bir arada, diz dize oturmaya devam eder. Anne ise hala ailenin başındadır.

Aile Bağları, evlilik üzerine, yaşam ve ölüm üzerine, büyük sözler söylemeden hikâyesini anlatan yalın bir kitap. Kısacık bir hikâye… Temiz bir dille kaleme alınmış. İçinde gereksiz hiçbir ayrıntıya yer vermeyen, temsillerini evrensel imgelere dönüşebilecek basitlikle yerleştiren yazarın kitabı, dünyanın neresinde okunursa, tanıdık gelecek bir meseleyi odağına alıyor. Böyle basit hikâyeyi, bu denli çarpıcı bir dille anlatan yazarın, genç yaşında Naziler tarafından öldürülmesi ise iç acıtıcı.