Evren’deki yegâne insanlar bizleriz

Evrenimizin herhangi bir yerinde bulunan yaşam biçimlerinin tamamı kimyasal olarak birbirine bağlı olsa bile tamamen benzersizdir.

Abone ol

Marcelo Glelser

Kimi meslektaşlarımız birden çok Evren ihtimalini varsayarken, bugün kendimizi ve hayal gücümüzü kendi bilgi balonumuzla sınırlayacağız: Bu, 13.8 milyar yıl önce zamanın başlamasından beridir ışığın kat ettiği mesafeye eşit bir yarıçapa sahip olan bir küre. Evren’in genişlemesini destekleyen bilgi balonumuz, yaklaşık 46 milyar ışık yılı uzunluğunda bir yarıçapa sahip. Farklı fizik yasalarıyla birlikte, diğer teorik evrenler kozmik balonumuzun dışında ve bu yüzden de inceleme gücümüzün ötesinde kalır.

Burada, tartışmamızı akla yatkın hale getirmek amacıyla başka bir açıklama daha ekleyebiliriz: ‘Yaşam’ derken, çevreden edindiği enerjiyi bünyesine alabilen, Darwinci ‘doğal seçilim’ kurallarına uygun biçimde üreyebilen ve kendi varlığını sürdürebilen herhangi bir kimyasal tepkime ağını kastediyorum. Kısacası, bizden daha gelişmiş hiçbir zeki makine mevcut değil; yıldızlarda yaşayan tuhaf ve akıllı bulutlar yok; ve bir tür ortak öz-farkındalığa sahip, solucan deliğinde yaşayan nanobot sürüleri de söz konusu değil. Uçan spagetti canavarları** ise var olabilir. (Bunu daha sonra açıklayacağım.)

BÜTÜN EVREN’İN PAYLAŞTIĞI ŞEY

Bunlar yolumuzdan çekilince, artık gerçekten başlayabiliriz. Modern bilimin ulaştığı belki de en dikkat çekici sonuç, uzay ve zamanın engin yapısında aynı fizik ve kimya yasalarının geçerli olduğunu anlamamız. Artık bizden milyarlarca ışık yılları mesafelerde bulunan milyarlarca yıllık yıldızlara ve bebek galaksilere bakabiliyoruz. Onlara baktığımız ve özelliklerini incelediğimiz zaman, (farklı oranlarda olsalar dahi) aynı kimyasal elementleri barındırdıklarını ve kendi güneşimizin takip ettiği aynı dinamik yasalar uyarınca evrimleştiklerini görüyoruz. Fizik ve kimya yasaları her yerde ve her zaman aynıdır. Bu durum, bizlere, Dünya’da yaşayan canlılarla ilgili araştırmalarımızı Evren’in tamamına genişletmemiz için bir imkân sunuyor.

Bununla birlikte, modern astronominin bir diğer çarpıcı keşfi sayesinde, yıldızların büyük çoğunluğunun bir gezegen grubuyla birlikte var olduğunu ve gezegenlerin kendi uydularına sahip olma eğilimi gösterdiklerini biliyoruz. Bunların her biri kendine özgü fiziksel özellikleri ve kimyasal yapıları olan, kendine has dünyalar. Evren’de büyük ve küçük gezegenler mevcut; kayalık ve gazlı olanlar, çok sayıda uyduya sahip olanlar, bunlardan yalnızca birkaçına sahip olan ya da hiç uydusu olmayanlar da var. Gezegenler, büyük ya da küçük bir eğimi olan tepeler gibi dönerler. (Dünya’nın eğimi dikey açıya göre 23.5, Uranüs’ün eğimi ise inanılmaz biçimde 97.7 derecedir.) Gezegenler, içinde çeşitli gazların bulduğu daha kalın ya da ince atmosferler barındırabilirler. Liste böyle uzayıp gider.

UÇAN SPAGETTİ CANAVARI

Tek başına Samanyolu Galaksisi, her biri kendi tarihine sahip eşsiz bir varlık olan yaklaşık bir trilyon gezegene ev sahipliği yapıyor olmalı. Eğer kozmik balonumuza diğer yüz milyarlarca galaksiyi dahil edersek, Evren’de, 100’ün faktörünü alarak trilyon kere trilyon tane gezegen sayabiliriz. (Bunun Avogadro sayısına, yani, bir gram hidrojende bulunan atom sayısına çok yakın olması eğlencelidir.)

Bu noktada, gayet makul bir şekilde, bu şaşırtıcı gezegen çeşitliliğinde neredeyse her şeyin mümkün olduğunu iddia edebilirsiniz. İlk bakışta böyle görünebilir. Ne var ki bu büyük sayıların sağladığı görünürdeki bu özgürlük, göründüğü kadar özgürlük sağlamaz. Fizik ve kimya yasalarının bileşimi, doğada neyin var olabileceği ve olamayacağı hususunda fazlasıyla güçlü bir sınırlama işlevi görür.

Söz konusu bilimse, bildiğimiz kadarıyla fizik yasalarını karşıladığı müddetçe neyin var olabileceğini gerçekten göz ardı edemeyiz. Öte yandan, var olabilecek şeyleri anlamak amacıyla fizik ve kimya yasalarını kullanabiliriz. Buna bir örnek olarak, ‘uçan spagetti canavarı’ fazlasıyla akla yatkındır. Milyarlarca yıl önce MumbaXX gezegeninde sudan çıkmış ahtapot benzeri bir yaratığı hayal edebiliriz. Milyonlarca yıl sonra, yaratığın dokunaçlarında tüyler uzar ve uçar. Yahut tüy yerine, sindirim sisteminden ya da beslendiği termal havalandırma deliklerinden gelen sıcak havayı kullanan bir balon mekanizması geliştirir.

KARBONDA BELİRLENEN KURALLAR

Peki, bu geniş gezegen yığınını tarar ve canlı yaratıklar ararken ne bulmayı bekleyebiliriz? Hiç kimse buna yanıt veremese bile, birkaç temel kural belirleyebiliriz.

İlk kural: Yaşam karbon bazlı olmalı. Neden? Çünkü karbon, başka hiçbir elementin eşleşemeyeceği düzeyde bir kimyasal çok yönlülüğe sahip, uyumlu bir atomdur. Karbonun eşleşmemiş dört adet dış elektronu mevcuttur. Bu elektronları öteki kimyasal elementlerle paylaşarak güçlü kimyasal bağlar kurabilir. Potansiyel bir alternatif, silikon olabilir; fakat kıyasladığımızda, karbonun yaklaşık yarısı kadar güçlü bağlarla biyokimyası epeyce sınırlı kalır. Yaşam, gelişmek için çok yönlülüğe muhtaçtır.

İkinci kural: Yaşamın sıvı suya ihtiyacı vardır. Evet, permafrostta donmuş halde bakteriler bulabilirsiniz ama yaşamıyorlardır. Hayat, özünde, bileşikleri oradan oraya hareket ettiren karmaşık biyokimyasal tepkimelerden meydana gelen bir ağ olduğu için, tepkimelerin ortaya çıkabileceği ortamı sağlayan bir çözücüye gereksinim duyar. Evren’in her köşesinde en çok bulunan kimyasal elementlerden ikisi olan oksijen ve hidrojenden meydana gelen su, açık biçimde avantajlıdır. Yanı sıra, buzun, katı haldeki suyun sıvı halinden daha az yoğun olmasından ötürü yüzebilmesi gibi fazlasıyla eşsiz bir özelliğe sahiptir.

Kimi zamansa diğer bir ihtimal olarak amonyak önerilir. Buna karşın, amonyak oda sıcaklığında bir gazdır ve normal basınç altında yalnızca -33 santigrat derecenin altındayken sıvı hale geçer. Ağır bir atmosfer barındıran soğuk bir gezegende sıvı amonyak bulunabilir ama yaşamın oluşması için çok fazla şey gerekir. Gerçekten de, bu koşullar altında var olan herhangi bir yaşam biçimi aşırı yavaş bir metabolizmaya sahip olacaktır. Su ise şeffaf, kokusu ve tadı olmayan ve dondukça genişleyen sihirli bir maddedir (buzun altı kısmında sıvı su bulunması, daha soğuk iklimlerde su bazlı yaşam açısından önemli bir özelliktir). Aynı zamanda bizim vücudumuzun temel maddesidir.

EVREN’DE BİZDEN BAŞKA İNSAN YOK

Bu iki sınırlamayı denkleme eklediğimizde, yaşamın özünün basit olması gerekir. Karbon, su ve (en azından azot gibi) diğer bazı maddeleri içermelidir.

Öte yandan, ayrıntılar o kadar basit değil. Yaşam barındırabilecek her gezegen kendi tarihine sahip olacaktır. Netice itibariyle, oradaki yaşamın da ev sahibi gezegenin tarihiyle bağlantılı biçimde kendi tarihi olacaktır. Bir gezegenin sahip olduğu özellikler, üzerindeki yaşama şekil verir. Buna karşılık olarak, bir gezegende yaşayan her şey de gezegenin barındırdığı özellikleri şekillendirir. Doğal seçilim, tüm gezegenlerde, hayatta kalmak doğrultusunda tarihe bağlı bir baskı işlevi görür. Gezegendeki yaşamın varlığı nedeniyle koşullar birçok kez değişirken, yaşam eşsiz şekillerde buna uyum sağlayacaktır. Farklı dünyalarda hiçbir zaman aynı görünmeyecektir.

Sonuç olarak ve yaşamın karbon ve sudan oluşan ortak özüne karşın, farklı gezegenlerde özdeş yaşam formları ortaya çıkmaz. Yaşam formu ne kadar karmaşıksa, farklı bir yerde yaklaşık olarak kopyalanma olasılığı da o kadar düşük olur.

Şayet uçan spagetti canavarı mevcutsa, yalnızca tek bir gezegende var olabilir. Aynı şekilde, bizler de yalnızca bir gezegende mevcuduz. Bu evrende var olan yegâne insanlar bizleriz. Ve Dünya’da var olan yaşamın tarihinden öğrendiklerimizi göz önünde bulundurduğumuzda, zeki yaşam formaları muhtemelen aşırı derece ender görülecektir. Türler arasındaki hayatta kalma mücadelesinde zekâ bariz bir avantaj sağlasa da evrimin bir amacı değildir; zaten evrimin bir amacı da yoktur.

Zekâya kavuşuncaya dek, yaşam yalnızca kendini çoğaltmaktan memnundu. Zekânın ortaya çıkışıyla birlikte yalnızca kendini çoğaltmak mutluluk getirmedi. Bu, kısaca, insan olma halinin özüdür.

Bunların hepsini bir araya getirerek, kozmosun kalan kısmıyla gerçekten de kimyasal açıdan bağlantılı olduğumuzu ve diğer varsayımsal canlılarla aynı yaşam temelini paylaştığımızı savunuyoruz. Bununla birlikte, bizler eşsiziz ve tüm diğer canlılar da öyle. Yaşam insanı şaşırtan bir güçtür. Karbon bazlı bir koddan ve ortak bir genetik atadan ortaya çıkarak, bu gezegende ve büyük olasılıkla diğerlerinde şaşkınlık veren bir harikalar çeşnisi yaratabilir.

*Uçan Spagetti Canavarı Kilisesi, eğitim sisteminde ‘akıllı tasarım’ iddialarının öğretilmesini eleştiren bir akımdır. Medya tarafından eğlencelik bir din olarak görülür. ABD’deki Oregon Eyalet Üniversitesi Fizik Bölümü’nden mezun olan Bobby Henderson tarafından 2005 yılında kurulmuştur. Uçan Spagetti Canavarı bu dinin tanrısıdır. Dinin inananları kendilerine ‘Pastafaryan’ adını veririler. [ç.n.]

Yazının orijinali Big Think sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)