Yine bir Avrupa ulusları arasında oynanan futbol maçlarının 3
güne sıkıştırıldığı haftayı yaşadık. Oynanan maçların skorlarına,
karşılaşan takımların seviyelerine bakılınca kimine göre vasat bir
hafta geride kaldı. Türkiye'yi temsil eden takımlar açısından ise
istisna seneler haricinde her zaman olduğu gibi hüsran dolu bir
haftaydı. Tek teselli İstanbul'un turuncu mavili takımı tarafından
elde edildi(!).
Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor avrupa kupalarında
gruplarında oynadıkları maçlardan toplamda sadece 1 puan alabildi.
9 maç geride kaldı bu sürede. Ve bahsettiğim takımların puan
kaybettikleri takımlar arasında Braga, Krasnodar, Slovan
Bratislava, Club Brugge, Wolverhampton gibi takımlar var. Roma ve
Borussia Mönchengladbach'ı saymayalım, onların futbol dünyasına
bıraktıkları hatıralara ayıp olur. Kendi liglerinde bile, Club
Brugge'ü saymazsak tamamen sıradan takımlar olan nadiren avrupa
kupalarında oynayabilen ve başarı elde edebilen bu takımlar
karşısında tel tel döküldüler. Halbuki neredeyse her sene Avrupa
Ligi, Şampiyonlar Ligi oynayan, kulüp olarak tarihlerinde ve
genlerinde Avrupa'da başarı olan, iz bırakan sonuçlara sahip
takımlar bunlar. Yani 17 yaşında olan bir genç oyuncunun oynaması
için gerekli olan en mühim şey bizim takımlarımızda mevcut. Daha 2
sene önce Beşiktaş UEFA Avrupa Ligi'nde finale kalacaktı neredeyse.
İnişli çıkışlı olsa da Galatasaray 5 senede bir gruptan çıkıp
çeyrek finale kadar uzanıyor. Trabzonspor'un en son Şampiyonlar
Ligi'ndeki sezonu (belki sonrası gelmediği için) hâlâ hatıralarda.
Bu kadar tecrübeli takımlar bir anda ne tür bir psikolojik durumun
etkisi altına giriyorlar da Slovan Bratislava, Krasnodar, Brugge
gibi takımlara yeniliyor?
Kimse yoğurdum ekşi demeyecektir ancak, ülke insanı olarak da
kanımıza işlemiş olan, kendini herkesten büyük görme huyu bunun tek
sorumlusu! Ayakları yere basmayan çalıştırıcıların, futbolcuların,
yöneticilerin hepsi iş Avrupa kupalarına geldiğinde büyük bir
romantizm içinde kendini dev aynasında görerek henüz daha grupların
belirlenmesi aşamasında adını finale yazıyor. "Şu takımlardan puan
alamayız, şu takımı kesin 2 maçta da yeneriz. İç sahada zaten
taraftarımızla silip süpürür 9 puan kazanırız. Oradan da biraz kura
şansıyla ver elini final. Eh oraya kadar gelmişken de kupayı alırız
zaten" diyerek medyanın da iteklemesiyle çıkılan yolların sonu hep
hüsranla sonuçlanıyor.
Futbolda takımları maddi değerlerine karşılaştırmak kadar vasat
bir düşünce biçimi yok. Rakibin 5 futbolcusu yıllık 5 milyon Euro
kazanırken, senin sadece forvetin yıllık 5 milyon Euro kazanıyor
olabilir. Fakat sen forvetine bir tane bile pas getiremiyorsan
ödediğin hiçbir kuruşun anlamı yok demektir. Parayı veren düdüğü
çalar isimli öykü muhtemelen damarlarımıza işlediği için parayı
verince golü ilan edecek düdüğün çalacağı sanılarak atılıyor
adımlar, izleniyor maçlar. Futbolun 90 dakikalığının sinemaya
benzemesinden yola çıkarak, bir önceki cümlede anlattığım
yaklaşımla çıkılan futbol maçları romantik trajedi (Uğur Vardan
ağabeyim görürse kızmaz umarım) türünün bir örneği oluyor.
Sahada oynayanların yabancı olmasına bu yüzden de formaya
tutkuyla bağlı olmadığı için sahaya gereğinden fazlasını vermediği
için yabancı futbolcular suçlanıyor böyle durumlarda. Çünkü bu
maçlar ülkeye kazandırdığı puanlar açısından bir milli dava! Elin
Hollandalısı neden Türkiye futbolunun geleceğini düşünsün ki? Bu
yaklaşım bir romantizm örneği mesela. Hocaların yeterliliği
sorgulanmaya başlandı artık. Yetiştirmek bir yana, dünya futboluna
yeni taktikler kazandırıp kazandırmamaları üzerine tartışılıyor.
Güzel bir tartışma olsa da eksik kalıyor bir yanı. Nasıl ki herkes
Einstein değilse, herkes Cruyff değil... Ama herkesin bir Cruyff
olmasına da gerek yok, en azından bir tane taktiğinin ve planının
olması ve onu sahaya yansıtması yeterli olur bence. İşte işin bu
kısmı bazı teknik adamlar haricinde tartışılır.
Peki ülke olarak, ülke puanını arttırmak için ortak bir planımız
var mı? Yok! Ülke puanı üzerinden bile kavga ediyor takımlar ve
taraftarlar. Galatasaray'ın kazandırdığı puanlar, Beşiktaş'ın
namağlup sezonunda kazandırdıkları, diğerinin katıldığında sıfır
puan çekmesinden dolayı heba olan puanlar vesaire tartışılıyor.
Tabelaya bakıyoruz ve sonuç, Krasnodar, Bratislava vs. vs
galibiyetle ayrılan taraf. Bundan 2 sezon önce Almanya'yı Avrupa
kupalarında temsil eden takımlardan (sanırım 6 tanesinden 5 tanesi)
henüz grup aşamasında elenince futbol federasyonu ve lig yönetimi
ve medya bir çağrıda bulunarak bu kötü gidişatı durdurmak gerektiği
üzerine konuştular. Kötü giden de bir şey olduğu söylenemez, yani
aslında bir süreklilik de yok. Bir kaç sene önce Bayern yine
Avrupa'da finaldeydi...
Ülke futbolunun da ihtiyacı olan bu aslında. Birilerinin çıkıp
ülkedeki futbolun parçası olan herkesi gerçekçiliğe zorla çekmesi
gerek. Her sezon yükselen "Hedefimiz Şampiyonlar Ligi Kupası'nı
kazanmak" romantizmini bir kenara koymanın vakti çoktan geldi de
geçiyor. Muhtemelen bu sezon tamamlandığında Avusturya'nın da
Türkiye'yi geçeceği gibi...