Kelimeler üzerinden gitmeyeceğim elbette, mevzu Eylül.
Sonbaharın ilk ayı; kış öncesi bir nefes alma hâli. Ay başlarken
bir yazı yazmış, hatırlattıklarına değinmiştim. Bu kez bizden
aldıkları üzerinden ilerleyeceğim. Bütün güzelliğine rağmen büyük
acıların yaşandığı bir ay Eylül: 6 – 7 Eylül bir yanda, 12 Eylül
diğer yanda. Aldıkları, acıyı artırıyor. Bilhassa ayın sonuna doğru
trafik sıklaşıyor. Ruhi Su, Fikret Kızılok, Zeki Müren ve Neşet
Ertaş, farklı yıllarda birbirine yakın tarihlerde aramızdan
ayrıldı. Bela Bartok, Maria Callas, Richard Wright, Jimi Hendrix,
Miles Davis ve Victor Jara, Eylül’de bu dünyayı terk edenlerin bir
kısmı.
RUHİ SU VE VİCTOR JARA: KESİŞEN YOLLAR
Ruhi Su ve Victor Jara’nın kaderi bir noktada kesişiyor: Darbe.
Victor Jara, 11 Eylül 1973’te Pinochet’nin yaptığı darbe sonrasında
Santiago stadında toplanan binlerden biriydi ve şarkı söylediği
için öldürüldü. Önce gitarı kırıldı, sonra parmakları. Hıncını
alamayan askerler, herkesin önünde ona ölümüne işkence etti.
Çevresindekiler de bundan nasibini aldı elbette: Santiago Stadı,
Şili Darbesi’nde bir işkence mekanına dönüştü. 12 Eylül 1980 günü
Kenan Evren ve arkadaşlarının yaptığı darbe bundan farklı değildi.
Daha ilk günlerinden itibaren pek çok insan asıldı, işkenceyle
öldürüldü. Erdal Eren’den İlhan Erdost’a uzanan bu genç ölümler,
tarihimizin karanlık noktaları. Ruhi Su’nun ölümü de bu dönemle
alakalı çünkü yakalandığı hastalıktan kurtulmanın tek yolu vardı:
Yurt dışında tedavi. Her şey ayarlanmışken, devlet pasaport
vermediği için gidemedi. Hastalığının son deminde hakkı olan
pasaportu aldı ama çok geç kalınmıştı. O dönem memleket içinden ve
dışından pek çok insan, Ruhi Su’nun sesini duyurmak için çabaladı
ama olmadı. Ruhi Su, göz göre göre ölüme terk edildi.
Fikret Kızılok, Zeki Müren ve Neşet Ertaş, art arda gitti. 24
Eylül 1996’da Zeki Müren’i, 22 Eylül 2001’de Fikret Kızılok’u
kaybettik. Neşet Ertaş, 25 Eylül 2012’de bu dünyayı terk etti. Her
biri, dalının en büyüğüydü. Zeki Müren, Türkçeyi en doğru kullanan
sanatçıydı ve söylediği her şarkıyı meşhur etti. Fikret Kızılok,
halk müziğinden elektronik müziğe uzanan enteresan denemeler yaptı,
onlarla adından söz ettirdi. Neşet Ertaş, abdal kuşağının son
temsilcisiydi. Ölümüyle sahiden bir devir kapandı.
Şanslıyım, Fikret Kızılok ve Neşet Ertaş’ı sahnede izledim. Zeki
Müren’i şarkı söylerken görmedim ama Bodrum’da Bardakçı Koyu’nda
bana el sallamışlığı var. Ortaokula yeni başlamıştım ve o güne
kadar gördüğüm en meşhur insandı. Sonradan da değişmedi bu: Zeki
Müren, nazarımda hep “en büyük” oldu. Sadece yaşadığı dönemde
değil, sonrasında da kuşakları etkiledi. Kimse onun gibi olamadı,
onun bulunduğu yere ulaşmaya çalışanlar yarı yolda kaldı. Halk
müziğinden alaturkaya, alafrangadan arabeske uzanan repertuvarı,
dinleyicisi sayısının büyüklüğünü açıklayan durumlardan biri.
Sadece o değil, tarzı, tavrı, sahnedeki duruşu ve yaptıkları, onu
bu mertebeye ulaştıran diğer şeyler.
ZEKİ MÜREN HADİSESİ
Birkaç yıl önce bir lisede “şarkılı memleket tarihi” anlatırken
perdeye yansıttığım Zeki Müren fotoğrafı, öğrencilerden birini
şiddetle rahatsız etmişti. Tepkiyi bugün gibi hatırlıyorum: “Kadın
mı erkek mi belli değil, görmek istemiyorum bunu” demişti
itirazında. Tanımıyordu. 12 Eylül ve sonrasında palazlananların en
büyük özelliği, belleksiz bir toplum yaratmak. Başardılar. Zeki
Müren gibi çok önemli bir figürle liseye kadar karşılaşmamış olmak
başka türlü açıklanamaz. İtirazcı genç arkadaşla karşılıklı
konuşarak mutabakata vardık. Ona Zeki Müren anlattım, şarkılarını
dinlettim, sevdi. Sevmeyeni yok zaten. “Büyük” dedim ya, sahiden
büyük.
Zeki Müren, şanslı. Ona bu genç arkadaşımız gibi bakan olmadı.
Toplumun her kesimi onu çok sevdi. Şüphesiz bunda en büyük etken,
eşsiz yorumu: Bir şarkıyı Zeki Müren’den dinlemek, o şarkıyı
sahiden dinlemek anlamına geliyor. Temiz Türkçesi, tane tane ve
vurgulayarak okuduğu sözcükler, şarkıyı anlamamızı ve duymamızı
sağlıyor. Bu bahiste hep aynı örneği veriyorum ama ıskalarsam
olmaz:
Meşhur Sadettin Öktenay şarkılarından “Sevil de Sevme”de geçen
dizelerden birini yıllarca “inan ki gençlik gül tende solar” olarak
söylemiştim. İlk dinleyişimde öyle kalmış, sonrasında düzelten
olmamış. Şarkıyı Zeki Müren’den dinlediğim gün hatamın farkına
vardım. Dizenin aslı, “inan ki gençlik gülden tez solar”. Teoman
Alpay’ın en sevdiğim şarkılarından birindeki tashih de Zeki Müren
sayesinde: “Sen Bensiz Ben Sensiz”in en bilinen dizelerinden biri,
“bir masalmış geçen yıllar / taç yapraklar elimizde…” En azından
ben öyle eşlik ederdim. Değilmiş. Zeki Müren, dizenin ikinci
kısmındaki ifadenin “kaç yaprak var elimizde” olduğunu öğretti
bana.
Fikret Kızılok, memlekete Âşık Veysel’i sevdirdi. Ozanı, ölümüne
yakın yaşadığı Sivrialan’da ziyaret etti, ondan feyz aldı ve
sonrasında yolunu onun türküleriyle çizdi. Bu yolda Nâzım
Hikmet’ten Ahmed Arif’e uzanan çağdaş şairlere ve Âşık Mahzuni
Şerif gibi ozanlara da yer verdi. Son deminde onu romantik
şarkılarıyla ya da taşlamalarıyla tanıdık ama aslında önemli bir
aktarıcıydı. Yolunu Neşet Ertaş’la kesiştirmemiş olması elbette
büyük eksiklik. Yine de şarkılarında onun deyişlerinden izler, onun
gibi seslenişler bulmak mümkün. Bu yakınlaşmama hâli biraz da etkin
olduğu dönemin getirdiği. ‘70’li yılların ikinci yarısında, saflar
ufak ufak belirlenirken, Cem Karaca, Selda Bağcan, Edip Akbayram
gibi isimler Âşık Mahzuni Şerif türkülerini repertuvarına aldı,
Barış Manço’dan Neşe Karaböcek’e uzanan bir hat, Neşet Ertaş’ı
tercih etti. Kimi isimler ikisiyle de hemhal oldu ama Fikret
Kızılok gibiler, tek hattan ilerledi. Yanlış anlaşılmasın ama:
Kızılok, bunu yaparken hiçbir zaman tek bir taraftan bakmadı
dünyaya. Bilakis ufkumuzu açtı.
MÜHÜR GÖZLÜM HİKÂYESİ
Zeki Müren, yolunu her iki ozanla da kesiştiren isimlerden.
Neşet Ertaş’la buluşması enteresan: Batılı bir düzenlemeyle
yorumladığı “Mühür Gözlüm”, bir anlamda, Anadolu-pop’un ilk
örneklerinden. Kaynaklarda Neşet Ertaş türküsü olarak geçer ama
aslında Âşık Ali İzzet Özkan’ın. Bu hâli, yıllar önce söyleşi yapma
olanağı bulduğumuz Neşet Ertaş’a sormuş, Zeki Müren’i işaret eden
bir cevap almıştık:
“Bundan aşağı yukarı 30-35 sene evvel, Zeki Müren, ‘Mühür
Gözlüm’ü şairinden, tapusuyla, yani bestesiyle, her şeyiyle büyük
bir para ödeyerek satın almıştı. O dönemde Ali İzzet’in Zeki
Müren’le beraber resimlerinin de gazetelerde yayınlandığını
görmüştük. Zeki Müren, Türkan Şoray’la beraber ‘Mühür Gözlüm’ün
filmini de çevirdi [“Düğün Gecesi”, Osman F. Seden, 1966]. ‘Mühür
Gözlüm’ filmini seyretmeye gittik. Sözler güzeldi, ama şarkı
aranjman olarak okunmuştu. ‘Mühür Gözlüm’ün sözleri kulağımda
kaldı, ben bunu kendi yorumumla söyledim. Gidip geldiğim yerlerde,
düğünlerde, şurada burada çalıyordum, tekrar tekrar
çaldırıyorlardı. Bu şekliyle radyoda okumak istedim. O zaman Ankara
radyosuna emisyonlu sanatçı olarak, yani program sanatçısı olarak
imtihanla girmiştim. Bunu çalmak istediğimde teknisyenler beni
durdurdu. Halk müziği şube müdürünü çağırdılar; ‘Neşet Ertaş ‘Mühür
Gözlüm’ü okuyor, ne diyorsunuz?’ dediler. O da geldi, anlayışlı bir
insandı. ‘Neşet çal bir dinleyelim’ dedi bana, ben çaldım dinledi.
Benim de kırılmamam düşüncesiyle ‘kayda alalım, gene de
yayınlamayalım’ dedi. Kayda alındı ve sonradan yayınlandı.
Yayınlandıktan sonra halk bunu, benim yorumumla benden istemeye
başladı ve o günden bu güne benim yorumumla bu türkü duyuldu.
Herkes benim yorumumla okudu. Şimdi televizyonda çıkan bazı
hazırcılar görüyorum. Evet Âşık Ali İzzet Sivaslıdır ama bu yorum
onun değildir. Bunu gözümüzün içine baka baka televizyondan ‘Bu
Kırşehir’in değil, Sivas’ındır’ diyenleri duyuyorum. Onlar
kendilerini bilseler, şunu da bilirler ki tonlarca söz var
kitaplarda ama bunca şarkıyı kulaklara ileten yorumdur, melodidir,
havadır. Bunlar kendilerini bilmedikleri için gözümüze baka baka
‘Bu Sivas’ındır’ diyorlar ve ben de buna üzülüyorum. Hiç olmazsa
sözleri Ali İzzet Özkan’a, yorumu Neşet Ertaş’a ait olan bir Sivas
türküsü diyebilirler.” (“Türkiye’de müziğin adı: Neşet Ertaş”,
söyleşi: Metin Solmaz, Müzük 4, Mayıs 1996)
Her şeye rağmen Eylül güzel ay. Son sözü, yine bir Eylül günü
(21 Eylül 1975) aramızdan ayrılan Bedri Rahmi Eyüboğlu
söylesin:
“Önde zeytin ağaçları arkasında yar / Sene 1946 / Mevsim /
Sonbahar / Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim / Dalları
neyleyim / Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim…” Erol Evgin,
alaturkaya göz kırptığı dönemlerde bu şiiri bestelemiş,
seslendirmişti. Memlekette yapılmış en güzel şiir bestelerindendir.
Şiire ve Eylül’e yakışır. Hüznün yanına küçük bir tebessüm
iliştirmek istiyorsanız, vakit kaybetmeden dinleyin.Bilhassa bu
fena günlerde iyi gelir.