Eylül’ün sesiyle (1): 6-7 Eylül Pogromu ve sonrası
Eylül kısadır, güzeldir ama bütün bunlara rağmen acıları ömre bedel. Her şey bir yana, tarihte, hâlâ büyük bir utançla andığımız 6-7 Eylül Pogromu var -ki üzerinden yüz yıllar geçse açtığı yaralar kapanmaz. Dahası, içinde bulunduğumuz günlerde bu yaralar yine açılıyor, kanıyor.
Eylül, gelişiyle sevindiren aylardan. Yaz biter, havalar
serinlemeye başlar ve benim gibi iflah olmaz güz tutkunları bu
dönemde yeniden doğar. Mevsimlerin yer değiştirmesi, küresel ısınma
ve pek çok sebeple Eylül artık sonbaharın gelişini müjdelemiyor
belki ama adı yeter. Üstelik kutlu bir günle, Dünya Barış Günü’yle
başlar ama sonraki günler pek iç açıcı değil. Eylül, memleket
tarihinin büyük acılarının yaşandığı günleri de beraberinde
getiriyor. Yazıya başlamadan şunu söyleyeyim: Ödünç aldığım başlık,
Edip Cansever’in 12 Eylül günlerinde yazdığı bir şiirin başlığı.
Onu da saygıyla anmak isterim.
Barışla ilgili şarkılar, geçtiğimiz hafta yazdığım yazının
konusuydu. Bugün, 6-7 Eylül’den 12 Eylül’e uzanacağım ve Eylül’de
bizi bırakıp giden kimi isimlerden söz edeceğim… Eylül kısadır,
güzeldir ama bütün bunlara rağmen acıları ömre bedel. Her şey bir
yana, tarihte, hâlâ büyük bir utançla andığımız 6-7 Eylül Pogromu
var -ki üzerinden yüz yıllar geçse açtığı yaralar kapanmaz. Dahası,
içinde bulunduğumuz günlerde bu yaralar yine açılıyor, kanıyor.
Farklı dönemlerde farklı şekillerde başımıza musallat olan
ötekileştirme hâli, içinde bulunduğumuz dönemde ciddi sorunlara
sebep olabiliyor. Yakın dönemde örneklerini gördük, büyümeden söndü
ama toplumda (biraz da iktidar tarafından tohumları ekilen ve
yeşertildiği için) büyüyen nefret, her an büyük olayların çıkmasına
sebep olabilir. Böylesi zamanlarda şarkılara sığınmamız bundan.
Şarkılar dediğim, ağıtlar. 6-7 Eylül’de yaşananları anlatanlar
arasında özellikle üçü dikkat çekici…
ÜÇ ŞARKI ÜÇ AĞIT
İlki, Ezginin Günlüğü repertuvarından “Signomi”. Topluluğun,
2002 yılında yayımlanan “Her Şey Yolunda” başlıklı albümünde yer
alıyor. Can yakıyor, içimizi eziyor, başımızı öne eğdiriyor. Yazık
ki pek çok insan ne bu şakının farkında ne de anlattıklarının… Yine
de insanın içinde küçük de olsa bir merak uyandırıyorsa, güzel. En
azından amacına ulaşmış olur. Hüsnü Arkan imzalı şarkının sözleri
şöyle: "Ya bu denizin tuzu, ya bu martılar / Ya bu vapurlar, ya
bu yaşanmış yıllar / Düşünüze hiç girmez mi İstanbul? /.../ Ya bu
rüzgârın dilinde eski şarkılar? // Bugün vapurdan indim, yürüdüm /
Adımı çağırdı sesin / Sabahı ettim, aradım durdum / Cebimde eski
bir resim / Adaları basmış bahar dumanı / Yüzüme vurur nefesin //
Kaç kara Eylül geçti dönmedin geri / Utanıyor bak şimdi
rüzgarlar bile…"
Diğer şarkılar birbirinin devamı… Genç yaşta kaybettiğimiz Tanju
Duru’nun -ki Ezginin Günlüğü’nün de eski üyelerindendir- solo
albümü “Duru Zamanlar”da yer alan enstrümantal
"Altı Eylül" ve sorularıyla akıl karıştıran "Yedi Eylül":
"Kış çöker birden, solar iklim / Ses döner geri, kaçar sokak
sokak / Kim sorar? Neden? Nasıl anlar insan? // 'Kaç' diyor,
'hemen' / Bırak hayatını / Dön uzaklara, unut bu yolları // Sis
yağar birden, yiter deniz / Kör kalır bu kent, ağlarken kendine /
Kim bilir? Nasıl yapar insan? Niye? /.../ Kör kalan bu kent ağlar
mı kendine? / Sor o gün: Nasıl yapar insan? Niye?” Sahiden,
bir insan bunu nasıl yapabilir?
MÜZEYYEN SENAR MESELESİ
Yeri geldi, 6-7 Eylül’le ilgili tuhaf bir iddiayı dillendireyim:
Her yıl, tam da bu tarihlerde hortlayan ve ısrarla yinelenen bir
iddia bu. İddia çünkü doğru değil. Buna göre, Müzeyyen Senar, 6
Eylül’de Taksim’de bir kahvehaneye girmiş ve orada oturanlara
dönerek “erkek olan dışarı çıksın” demiş ve “Dağ başını duman
almış” dizesiyle başlayan “Gençlik Marşı”nı söyleyerek kitleyi
galeyana getirmiş. Bununla kalmamış, onlarla İstiklal Caddesi’ne
çıkmış ve bir kürkçünün camını indirdikten sonra giyebildiği bütün
kürkleri sırtına alarak kalabalığın arasına karışmış. Dediğim gibi
bu iddia her yıl hortluyor ve Müzeyyen Senar’a edilmedik söz
bırakılmıyor. Çoğu insan yazık ki onun provokatör ve yağmacı
olduğuna ikna olmuş durumda. Dahası, bu değiştirilemiyor da…
İddianın kaynağı, hangi gazeteden kesildiği bile belli olmayan
bir kupür. Oysa Senar o gün İstanbul’da bile değil. Cumhuriyet
gazetesinin 8 Eylül 1955 tarihli nüshasındaki bir haberden,
sanatçının İzmir’de olduğunu öğreniyoruz. “İzmirde sükûn avdet
etti” başlığıyla başlayan haberin konuyla ilgili satırları şöyle:
“Konserler vermek üzere İzmir'de bulunan Müzeyyen Senar Işıl dün
akşam otomobili İle motörüne dönerken bir grup nümayişçi ile
karşılaşmıştır. Nümayişçiler otomobilin üzerine çıkardıkları
Müzeyyen’i kendileri için şarkı söylemeye zorlamışlardır. Fakat
Müzeyyen durumu soğukkanlılığı sayesinde gayet iyi idare etmiş,
‘Haydi hep birlikte’ diyerek ‘dağ başını duman almış’ marşını
söylemeğe başlamıştır. Nümayişçiler de kendisine refakat
etmişlerdir."
Aynı hadise, farklı bir şekilde, Sami Coşkun imzalı 'Sanatta ve
Siyasette İlham Gencer' (Fosil Yayınları, 2009) başlıklı kitapta da
mevcut: “Hiçbir gece tek bir masanın boş kalmadığı Mogambo
Gazinosu, o gece 6-7 Eylül olaylarına tanık olacaktır. O gece,
fuara gelenler yine Mogambo Gazinosu’nda yerlerini almıştır ve
tanıdık simaların arasında değerli şarkıcı Müzeyyen Senar da
bulunmaktadır. Gazino yine tıklım tıklım doludur. İlham Gencer
henüz ikinci şarkısını okuduğu sırada bir anda müziğin sesi
sloganlar ve bağırmalarla kesilir. Her şey durur. Ayten [Alpman]
Hanım çok korkar ve eşinin [İlham Gencer’in] arkasına sığınır.
Mogambo Gazinosu’nu kalabalık bir grup basmıştır. Hamile olan
Alpman ne yapacağını şaşırmış, korku ve dehşet içindedir. Gelen
çapulcuların başı Gencer’in önündeki mikrofonu almaya çalışır. (…)
Gencer orada gelişecek olayların hamile olan eşi Alpman’a ve
doğacak çocuğuna zarar verebileceği düşüncesiyle, soğukkanlı bir
şekilde çapulcuların elinden aldığı mikrofonla hemen ‘İstiklal
Marşı’nı söylemeye başlar. (…) ‘İstiklal Marşı’ okunurken herkes
esas duruş vaziyetine geçer, tabii çapulcular da aynı vaziyete
geçmiştir. Gözü müşteriler arasındaki Müzeyyen Senar’a takılır, o
da korkmuş ve şaşkın bir tavırla herkes marşı okurken ‘Türküz,
Türküz, Türküz!’ diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştır.
(…) Gencer gösterdiği cesaretle çalıştığı yeri tahrip olmaktan
kurtarırken, müşterilerinin de zarar görmesini engeller. ‘Gençlik
Marşı’yla ‘Dağ başını duman almış yürüyelim arkadaşlar’ diyerek bir
yanına eşi Ayten Alpman’ı bir yanına da Müzeyyen Senar’ı alıp,
yakılıp yıkılan İzmir Fuarı’ndan işletmecilerin ve müşterilerin
alkışları arasında ayrılmıştır. Ne yazık ki o yıl İzmir Fuarı
tamamlanamadan kapılarını kapatmak zorunda kalmıştır.”
Derya Bengi, üç yıl önce X’te (ya da o dönemki adıyla
Twitter’da) paylaştığı bir gönderide, fuarda Çamlık Senar
bahçesinde sahne alan Müzeyyen Senar’ın program sonrasında İlham
Gencer’i dinlemeye gittiğini söylüyor, olayları Coşkun’un
kitabından aktarıyor ve bunun bir “provakasyon&onay”dan ziyade
“teslimiyet&mecburiyet” olduğunu dile getiriyor. Konuyla ilgili
daha faza ayrıntı, Bengi imzalı '50’li Yıllarda Türkiye: Sazlı
Cazlı Sözlük / Şimdiki Zaman Beledir' (Yapı Kredi Yayınları, 2020)
başlıklı kitapta mevcut.
12 EYLÜL'E DOĞRU...
Gelelim bir diğer acılı tarihe: 12 Eylül. Hakkında ne yazsam, ne
söylesem az. Bugün içinde bulunduğumuz ülke biraz da o gün ve
sonrasında şekillendi. Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik
Konseyi, o gün Türkiye’yi karanlığa sürükleyecek bir darbe yaptı ve
sonrasında neredeyse hiç aydınlanmadık. Elbette güzel günlerimiz
oldu ama memleketi içinde bulunduğumuz günlere getiren, biraz da bu
hareket.
Yazının başında, 6-7 Eylül’den 12 Eylül’e geleceğimi ve Eylül
ayında aramızdan ayrılan (Ruhi Su, Neşet Ertaş, Zeki Müren, Fikret
Kızılok) gibi isimleri anacağımı söylemiştim ama söz uzadı, anmalar
ve 12 Eylül haftaya kaldı. Önümüzdeki hafta bıraktığım yerden devam
edeceğim.