Üç hafta önce bu sayfada henüz girdiğimiz Eylül’den söz etmiş, 6-7 Eylül pogromu ve sonrasında yaşananları aktarmıştım. Geçtiğimiz haftalarda 12 Eylül’le ilgili birkaç satır yazacaktım ama olmadı, bu haftaya kaldı. Eylül bitmeden, başladığımı tamamlayayım: 12 Eylül’den başlayıp ilerleyeceğim ve (biri doğrudan onunla bağlantılı) kimi kayıpları hatırlatacağım.
12 Eylül, Türkiye tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri. Karanlık dönemi açan tarih. Aynı zamanda, bugünün yaratıcısı. Tek etken değil ama katkısı büyük. Şu anki iktidar, 12 Eylül kurumlarını ve yasalarını kullanarak bugüne geldi. O dönem yapılanların rövanşını alırcasına ve dozu giderek artırarak…
Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve arkadaşları -ki kendilerine Milli Güvenlik Konseyi adını vermişlerdi- 1980 yılının 12 Eylül günü yönetime el koydu. Kriz vardı, cumhurbaşkanı seçilemiyordu, sağ-sol çatışması artmış, olaylar sokaklara sıçramıştı. Darbe başta alkışlanır gibi oldu ama boyutu ortaya çıkınca, çok daha kötü bir döneme gidileceği belli oldu. Ben sekiz yaşındaydım, o günlerde yaşananlara elbette bugünkü aklımla bakamıyordum ama komşularımızın çektiği acıları, gidip gelmeyen akrabaları, kapatılan ve açılmayan kitapçıları bugün gibi hatırlıyorum. Aklım ermeye başladığında hatırladıklarımın ne kadar masum şeyler olduğunu anlamamla yürüyüşüm başladı ve bugüne geldim. Bugün darbenin, darbelerin şiddetle karşısındaysam, 12 Eylül’ü gördüğüm için.
1988 yılında Ankara’ya okumaya gittiğimde darbenin etkileri azalmış, üniversiteler görece özgürleşmişti. Elbette YÖK baskısı altında ve sınırlı bir özgürleşmeydi bu ama bugünün fersah fersah ilerisinde olduğu muhakkak. Kitap kulüplerinden tiyatro topluluklarına uzanan buluşmaların yaşandığı, öğrenci derneklerinin kurulduğu, üniversitelilerin örgütlenebildiği ya da en azından yan yana hareket edebildiği bir ortamda okudum. Bu ortamın getirisi, ’90’lı yılların ortalarında palazlanan ve memleketi saran öğrenci hareketleri. Yeni Türkü’nün “Fırtına”sı eşliğinde yürüdüğümüz günler: “Yıllardan sonra, yollardan sonra / Yeniden yan yana onlar…” Sokakların “denizlere” çıktığına inanmış, güçlenmiştik. 1996 yılının 6 Kasım günü, bir 12 Eylül kurumu olan YÖK’e başkaldırmış, alanlara çıkmış, darbe sonrasındaki en şiddetli saldırılardan birine maruz kalmıştık. O günü (“YÖK’ün Yıldönümü” adlı şarkılarında) Bulutsuzluk Özlemi kayıt altına aldı: “İndi kalktı coplar / Kollar yoruldu / Kızlar tekmelendi / Yerlerde süründü // YÖK’ün yıldönümüydü…”
Üniversitelerin özgürleştiği yıllarda kimi okullarda bir hareket başlamış, (kökleri ’80 öncesindeki ODTÜ’ye uzanan) Yeni Türkü, Çağdaş Türkü ve Boğaziçi Üniversitesi’nden çıkan Mozaik gibi topluluklar kurulmuş, Ezginin Günlüğü’ndan Grup Yorum’a uzanan hat şekillenmişti. O günleri güzel (ve yaşanır) kılan buydu. Ferhan Şensoy’un Ortaoyuncular’ı ve Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu bu hattın tiyatro tarafındaydı. Şensoy, bugün (hem de güncelleştirilmeden) hâlâ sahnelenen “Şahları da Vururlar”ı yazmış, Genco Erkal Brecht’i, Aziz Nesin’i, Nâzım Hikmet’i sahneye taşımıştı -ki hepsi 12 Eylül sonrasında yeniden yasaklanan isimler olarak tarihe geçti.
Bir yanda (yine 12 Eylül sonrasında yasaklanan) Kürtçenin diriliş çabaları, diğer yanda toplatılan kasetler, yakılan kitaplar, gösterimine izin verilmeyen filmler vardı. 12 Eylül, bütün karanlığıyla ortamı kaplamıştı. Sonra küçük küçük ışıklar yandı, yol aydınlandı. Bu arada, ’70’li yılların güçlü sesi Ruhi Su, amansız hastalığıyla boğuşuyordu. Onun yolundan ilerleyen (Sadık Gürbüz’den Rahmi Saltuk’a Grup Yorum’dan Ezginin Günlüğü’ne uzanan) isimler sahalara dönerken, Ruhi Su, 12 Eylül yönetimi ona pasaport vermediği için yurtdışına çıkamadı, tedavi olamadı, hayatını kaybetti. 1985 yılının 20 Eylül günü, takvimler karardı. Dönemin en büyük kayıplarından biri. Yaşasaydı, o günleri kayıt altına alabilseydi, kim bilir neler aktaracaktı…
Eylül, kayıpların art arda yaşandığı ay. Sonuna doğru, memleketin en önemli üç ismini andığımız günler art arda geliyor: Fikret Kızılok, Zeki Müren ve Neşet Ertaş. Yolları bir şekilde kesişen bu üç isim, tıpkı Ruhi Su gibi Eylül ayında bizi terk etti. Üçü de çok gençti, üçünün de yapacağı çok şey vardı. Bu anlamda, Eylül, sahiden acılarla yüklü. Bütün güzelliğine rağmen…
Fikret Kızılok, 22 Eylül 2001’de hayatını kaybetti. Anadolu ezgilerini ve sazlarını Batı müziğiyle harmanlayan, bunu yaparken bir büyük ustadan, Âşık Veysel’den el alan, ara ara deneysel yollara sapan ama yaptığı her işi başarıyla tamamlayan bir isimdi. Şarkıları hâlâ dillerde, hâlâ birilerinin yolunu aydınlatıyor. Ondan beş yıl önce, 24 Eylül 1996’da hayatını kaybeden Zeki Müren, Türkiye’deki belki de en büyük isim. Yaptıklarını saymaya kalksam yazının sınırını aşarım. Sahneye getirdiği yenilikler, yorumundan edasına alaturkaya kattıkları, yaptığı plaklar, çevirdiği filmler ve daha nicesi neyse ki onu unutulmayacak bir konuma getirdi. Memleket tarihini, bilhassa 1950-2000 arasında yaşanan kırılmalarla dolu 50 yılı (yani Cumhuriyet tarihinin yarısını) onun üzerinden anlatmak mümkün.
Neşet Ertaş, Kızılok ve Müren'den farklı, bambaşka bir isim. İkisinin de yoluna çıktı, bir noktada (uzaktan da olsa) onlara müdahale etti. 25 Eylül 2012’de aramızdan ayrıldığında yapacak çok şeyi vardı. Şüphesiz yaptıklarıyla adı daha yüzyıllar boyu yaşayacak, katkıları asla unutulmayacak.
Eylül acılı: Yılmaz Güney’den Bedri Rahmi Eyüboğlu’na, Ahmet Rasim’den Ertem Eğilmez’e pek çok isim bu ayda aramızdan ayrıldı. Her şey bir yana, yukarıda andığım dört isim, Eylül’ün son on gününü karanlık kılıyor. 6-7 Eylül’den 12 Eylül’e karanlık başka tarihler de var. Her şeye rağmen Eylül güzel ama gidişiyle başlayacak olan Ekim, biraz da sonbaharı getirdiği için en az onun kadar güzel.
Dört haftalık bir dizi tasarlamıştım, araya yollar ve yoğunluklar girdi. iki bölümlük kısa bir hatırlatmaya dönüştü bu. Önümüzdeki hafta, biraz da güncelden doğru ilerlemeyi, yakın dönemlerde yapılan/yapılacak kimi işlere ve buluşmalara göz atmayı hedefliyorum. Hayat bizi nereye savurur bilinmez ama geçmişi unutmadan, sürekli hatırlayarak ve hatırlatarak bugünde dolanmak güzel. Geleceğe dair umudu büyüten, onu daha sağlam temellere oturtmamızı sağlayan biraz da bu.