Eyüplü Halid’den Sülün Osman’a, Kastelli’den Tosuncuk’a: Çevreden merkeze dolandırıcılığın 100 yılı
Türkiye’de dolandırıcılığın güç-iktidar ilişkilerindeki yerini, temsiliyetini, bir tür siyasi-iktisadi tarih olarak, çevrenin merkeze doğru yürümesi ve sonra tümden ele geçirmesi olarak okuyabiliriz.
Türkiye’nin pek çok tarihi var: Mübadele, tehcir, erken cumhuriyet, sanayileşme ve batılılaşma, darbeler, savaş yılları, spor, Orta Doğu ile ilişkiler, Türkiye’deki siyasal eğilimler… Kürtler için, İslamcılar için, milliyetçiler için, feministler için ve sosyalistler için cumhuriyet tarihleri…
Tüm bu tarihlerin arasında dolandırıcılığın da bir tarihi var.
Üstelik bu tarih, bir sosyal tarih örneği olarak, Türkiye’nin tüm bu tarihlerinin pek çoğunun ortak kesişim noktası. Ya da başka türlü söylersek, Türkiye’de kuruluştan itibaren devlet ve kendisini devletin sahibi olarak gören kolluk güçleri ve adliye bir Osmanlı bakiyesi olarak hep çok güçlü oldu. Dolayısıyla, kolay yoldan zenginlik ve güç sahibi olma arzusu ile simbiyozu olan dolandırıcılık mesleğinin Türkiye’deki büyük hikayeleri de bu güç ve iktidar oyunları etrafında, ya bizzat devletin sahibi olduğunu iddia edenler ya da bu gücün sahibiymiş gibi davrananlar tarafından gerçekleştirildi.
Bu bakımdan, Türkiye’de dolandırıcılığı en iyi tanımlayan kişi kendisi de büyük bir dolandırıcı olan Selçuk Parsadan, “Bu ülkede insanları dolandıracaksan onlara ya umut ya da korku vereceksin” diyor. Bu Türkiye’de dolandırıcılığın söylemini, dekorunu ve bu işi icra eden insanların motivasyonunu tanımlayan bir cümle olduğu kadar, aynı zamanda, Türkiye’de insanların neyden mahrum bırakıldığı, neye ihtiyacı olduğu, mahrum olduğu şeylere ulaşmaması için nasıl korkutulduğu ve bu korkunun kaynağının kimler olduğu alternatif bir cumhuriyet tarihi.
Dolandırıcılığın Türkiye’deki tarihi seyrinin gösterdiği bir nokta da, bu tarihin, Türkiye siyasetini çevreden-merkeze doğru okumayı sevenlerin bize gösterdiği güzergahın simetrik izdüşümüne sahip olması. Aslında, dolandırıcılık tarihte hep vardı, Nero’yu ve Çin imparatorlarını bile dolandırmışlardı. Fakat, dolandırıcılığın yapılma biçimi o ülkenin kültürünün bir özeti gibidir.
Fakat, dolandırıcılık Türkiye’de, dünyanın başka ülkelerinde az rastlanacak şekilde Foucaldiyan güç-iktidar ilişkileri etrafında kendisini konumlandırır. Osmanlı’nın son dönemlerinde büyük dolandırıcıların devletin kimi görevlileri ile iltisaklı olsa da, asıl güç ilişkilerinin dışında, devlet otoritesini istismar ederek dolandırıcılık yapmaya çalışan insanlar olduğunu görüyoruz. Ki, bu istismar anlaşıldığı zaman, devlet kendisini taklit edenleri örneğin Eyüplü Halid örneğinde olduğu gibi, karakolda en ağır işkencelere maruz bırakıp ölümüne giden yolu hazırlayabiliyor.
Fakat, dediğimiz gibi, Türkiye’de dolandırıcılığın güç-iktidar ilişkileri içerisindeki yerini ve temsiliyetini, bir tür siyasi-iktisadi tarih olarak , çevrenin-merkeze doğru yürümesi ve sonra tümden ele geçirmesi olarak okumakta bir sakınca yok.
Şimdilerde telefonlarımıza sürekli olarak gönderilen “Kendisini savcı, hakim, polis, jandarma, devlet görevlisi olarak tanıtanlara… itibar etmeyiniz" yollu mesajlar aslında, bir yandan bu merkezileşmenin bir göstergesi olduğu gibi diğer yandan dolandırıcılık mesleğinin iyi bir sosyo-siyasal okuma, güç-iktidar ilişkilerinin arasındaki dengenin taraflarının iyi gözlemlenmesiyle ilgili olduğunun da göstergesi. Ki bu sosyo-siyasal okumanın derinliğini, meşhur dolandırıcıların dönemin ruhunu temsil eden, giyim-kuşam, saç-sakal, söylem-anlatı ve diğer ikonografik özelliklerinde de net bir şekilde görebiliyoruz.
1923 yılında Cumhuriyet ile aynı yıl doğan, Ziya Osman Sülün, bilinen adıyla Sülün Osman, Türkiye dolandırıcılarının en meşhuru fakat başka ‘üstatlar’ da var. Sülün Osman, diyebiliriz ki, DP yıllarında dolandırıcılığı popülistleştiren, halka indiren insan; ondan önce Eyüplü Halid, sonrasında, Raki, Banker Kastelli, Jet Fadıl… AKP’li yıllarda, Tosuncuk, THODEX, SBK gibi taşeronlar ve tıpkı dış güçler anonimliğine benzer “kendisini devlet görevlisi olarak tanıtan” anonim şebekeler.
Şimdi en baştan başlayalım.
EYÜPLÜ HALİD, MUSSOLİNİ’Yİ DOLANDIRAN ÇILGIN TÜRK
"Ben, sakın bir tuluât kumpanyasında Eyüplü Halid rolüne çıkmış bir aktör olmayayım!.. "
Eyüplü Halid, 1890 yılında İstanbul’da doğmuş, çok iyi Fransızca ve Rumca bilen birisi. Babası Eyüp Camii imamı. Yaşadığı sürece bilinen 70 civarında kadını evlilik vaadiyle dolandırmış, pek çok dolandırıcılık vakasına karışmış, iyi giyimli, iyi eğitimli.
Rıfat Bali ve Ramazan Erhan Güllü'nün kendisi ile ilgili derlediklerine bakarsak, Sülün Osman’a atfedilen birçok dolandırıcılık vakasını gerçekleştiren kişi aslında Eyüplü Halid. Oldukça geniş bir dolandırıcılık portföyü var, kadınlar, zavallı insanlar, esnaflar, bir de Mussolini.
Diğer bütün dolandırıcılar gibi çok zeki, siyasi atmosferi ve sosyal durumu çok iyi kokluyor. İlk büyük dolandırıcılık işleri de bunun göstergesi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, İngilizler İstanbul’dan çekilip şehri boşaltırlarken, Kuvayi Milliyeciler'in de kentte asayişi henüz tam olarak tesis edemedikleri aralıkta büyük bir otorite boşluğu ortaya çıkıyor. Bu otorite boşluğuna, özellikle İstanbul’da yaşayan Rum ve Ermeni mahallelerinde büyük bir korku ve endişe eşlik ediyor, ‘Şimdi ne olacak?’
Eyüplü Halid işte bu boşlukta ortaya çıkıyor ve Feriköy’de metruk bir binayı kendisi için karakola dönüştürüyor. Ayakçılarını mahalleye salıp, bölgede yaşayan insanların işgal kuvvetleri ile ilişkilerini öğrenip sonra karakola çektiriyor, onları nezarete alıyor, onların mallarını yağmalıyor ve nakit paralarını açığa çıkarabilmek için de bir nevi “Fetö Borsası” kuruyor.
Kısa bir süre içinde İstanbul’da otorite tesis edilince, karakolu kapatıp, evlilik vaadiyle kadınları dolandırma işine giriyor, bilinen 70 civarında evlilik vaadiyle dolandırma hikayesi var. Bu hikayelerde kendisini karşısındaki kadınlara, duruma göre o yılların gözde meslekleri denizci, mebus, zengin beyefendi, asker, komiser vb. olarak tanıtıyor.
Fakat, onun asıl şöhreti Mussolini’yi dolandırmış olması ya da kimi kaynaklara göre dolandıramaması ama dolandırmasına ramak kalmış olmasından kaynaklanır.
Eyüplü Halid cezaevinde yatarken, koğuşta bulunan ve Doyçe Bank’ı soymaya çalışırken suçüstü yakalanan İtalyan bir kasa hırsızı ile Fransızca ve Rumca irtibat kurar, sonrasında bu İtalyan’a Mussolini’ye bir mektup yazdırır ve “Türkiye’de faşizm ve Mussolini propagandası yaptığı ve ‘Antalya İtalyanların hakkıdır’ dediği için hapse atıldığını, kendisinin büyük hayranı olduğunu ama cezaevinde aç biilaç, parasız, yolsuz kaldığını, eşinin ve çocuğunun da dışarıda kimsesiz ve mağdur olduklarını” yazdırır.
Sonrasında, bizzat Duçe’nin emriyle, İtalya Konsolosu cezaevinde Halid’i ziyaret eder, gene kimi kaynaklara göre, bir zarfta bizzat Mussolini tarafından emredilmiş mebzul miktar İtalyan Lireti’ni Halid’e takdim eder. Konsolosun cezaevi ziyaretinin aslı anlaşılınca, olay büyük bir diplomatik krize dönüşür. Dışişleri, İtalyan Konsolosu makama çağırır, “Antalya İtalyanların hakkıdır” olayı büyür ve İtalya’ya nota verilir, İtalya özür dilemek zorunda kalır…
SÜLÜN OSMAN
Ziya Osman Sülün, 1950’ler ve 1960’larda yani Demokrat Parti yıllarında aktif. Dönemin ruhuna uygun olarak, Eyüplü Halid’in tersine tuluatçı değil biraz meddah gibi, gene Eyüplü Halid’den farklı olarak bıyıklar badem değil, kaytan; tıraş da faşist alabros değil, zaten tepesinde saç yok ama köyden kente gidip işini tutturmuş insanların taktığı bir kasket var.
Tıpkı tipoloji gibi dolandırıcılığın söylemi ve hedef kitlesi de değişmiş. Sülün Osman ile, faşizm ülküsü 1. Dünya Savaşı'ndan kalma hesaplar artık geride kalmış; DP ile birlikte, lambanın kapağı açılmış ve cin-büyü-muska işleri ihya edilmiş, Sülün Osman bunları da portföyüne eklemiş.
Şimdilerde onun tutuklanmasına sebep olan dolandırıcılık faaliyetleri, fal-büyü-muska artık itibarlı bir meslek. Sülün Osman’ı meşhur eden, Taksim Medyanı, İstiklal Caddesi, Galata Kulesi, İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Kampüsü’nü hayali olarak satışı gibi işler. Boğaz Köprüsü kendi zamanına yetişmediği için çok hayıflandığı söylenir, hele bir de bugünleri görseydi…
“Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında, yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. 10 tane bilezik ile geliyorum adamın kapısının önüne, akşam vakti, kuyumcunun kapısındayız ve dükkan kapalı. Karımın hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan. Hakiki olsun diye bileziklerin fiyatı 1000 lira diyorum ki 300 liraya ihtiyacım var, paranın gerisi umurumda değil yeter ki karım ameliyat masasında kalmasın. Adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri 1000 liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan 700 lira kazanacağını düşünüyor, o sırada benim adamım ortaya çıkıyor ve o almak istiyor bilezikleri. Telaşlanan adam kazanç imkanı kaybolacak diye 300 lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan. Adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince dolandırıldım diye karakola gidiyor, ben aranıyorum. Demiyorlar ki be adam 1000 liralık bileziği 300 liraya almayı düşünürken aklında ne vardı diye. Gayet açık ki beni dolandırmayı planlamıştı. Ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişi bile dolandırmadım.”
Sülün Osman, hayatı boyunca popüler olmuştur: Birkaç Yeşilçam filminde küçük rolleri olmuş, hatta Sadri Alışık gibi ünlü simalarla ahbaplık etme fırsatı bulmuştur. Daha da önemlisi, 70’li yıllarda Kemal Sunal’ın oynadığı pek çok dolandırıcı/saf vatandaş hikayesi aslında Sülün Osman’ın hikayelerinden senaryolaştırılmıştır.
70’li yıllarda Cenk Koray’ın TRT’de sunduğu bir programa konuk olmuş ve kimleri nasıl, neden dolandırdığını, tövbesini ve neden tutamadığını anlatmıştır.
Zira artık devir(ler) değişmiştir.
GÜNEY ZOBU (RAKİ)
Artık 1970’lerdeyiz, Sülün Osman zinde güçler tarafından mühtedi yapılmış, zaten onun cinini oynatan güç ilişkileri de tarih olmuş. Şimdi NATO’ya giriş ile başlayan Hür Dünya’ya entegrasyonun güçlendiği 1970’li yıllardayız.
Bütün dünyada gençlik ayakta, Türkiye’de de öyle. Türkiye’deki devrimci gençlerin ise başka türlü bir telaşı var, Vietnam Savaşı’na katılmış Amerikan deniz piyadeleri İstanbul’a gelmiş, herkes ayakta... İşgaller, boykotlar. Vedat Demircioğlu bu protestolardan dolayı öldürülüyor. Rejim, Amerikalılar rahat etsin diye bütün İstanbul’da sıkıyönetim ilan etmiş, Amerikan subayları ve askerleri sokaklarda mareşal gibi geziyor.
Tam da bu günler Amerikan subaylarının Türkiye nezdinde en itibarlı olduğu dönem. Hatta Süleyman Demirel gittiği Hilton Otel’de bir Amerikan subayı ile uzun uzun sohbet ediyor. Aslında bu bir Amerikan subayı değil, meşhur dolandırıcı Güney Zobu, sonradan Raki olarak bilinecek. Kendisi General Hasan Rıza Zobu’nun torunu ve Moskova Büyükelçisi Şemsettin Zobu’nun oğlu, kızı da 1980’li yılların bilindik oyuncularından.
Artık bıyık yok, faşist alabros ya da kaytan bıyık da, fakat fötr şapka mühim, çünkü artık 70’lerdeyiz, Çoban Sülü mü desek Morrison mu belli değil. “Ülke 70 Cent’e muhtaç”, sıkı para politikası ve döviz yasağı ithalat-ihracat yapanların kâr marjını düşürüyor, Kapalıçarşı’nın altın yılları. El altından döviz bulmak çok kıymetli.
Raki işte bu bulanık sularda, ucuz döviz peşindeki ihracat-ithalatçıları avlıyor. Kolay bir senaryosu var, ucuz dövize erişebilen ve bunu uygun fiyata satan adam; bunun için mekân önemli, iki kapısı olan oteller lazım, bir ucundan dövizle girip, diğer ucundan, döviz çantası ve elindeki ‘ucuz’ dövizin bedeli olan Türk Lirası ile çıkıp gidiyor.
Bir de, Sülün Osman’ın hayali Boğaz Köprüsü’nü defalarca satıyor.
BANKER KASTELLİ
1970’li yıllarda başlayan neo-liberalleşme politikaları 24 Ocak 1980’de alınan kararlar ile hızlandırılır. Pek çok politik bağlamı olan karaborsacılığın temel müsebbibi olarak, üretim darlığı gösterilir ve üretim için sanayicinin, ithalat-ihracatçının desteklenmesi kararları alınır. Bunun da yolu, 24 Ocakçılara göre, sıkı para politikasından vazgeçmek, halkı tasarruftan vazgeçirip tüketime yönlendirmek, bankacılık sistemini de finanstan spekülasyona doğru çekmektir.
Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak kararları darbeye kadar hayata geçirilemez ama darbe hükümetine Başbakan Yardımcısı olduğunda, bu kararları hayata geçirmeye başlar. Sıkı para politikasına son verir, dövizin serbest piyasada dolaşımına izin verir ve piyasa giderek finansallaşmaya, spekülatifleşmeye başlar. İşte bu dönem banker denilen aracıların ortaya çıkmasını tetikler.
Özellikle 1962 Anayasası ile teşvik edilen tasarruf mevduatı hesapları ve tasarruf bonoları, Banker Cevher Özden (Kastelli) tarafından bozdurulmaya başlanır. Kabaca, yüksek faiz getirisi vaadine dayanan bu sisteme göre insanlar birikimlerini Kastelli’ye teslim edecek, Kastelli de bunları işleterek iştirakçilere büyük kârdan büyük pay (faiz) verecektir.
Kastelli birkaç yıl içinde piyasadan çok büyük para toplar fakat, bankacılık sistemindeki aksaklıklar ve Kastelli’nin sisteminin zaten imkânsız olmasından kaynaklı 1982’de yurtdışına kaçmak zorunda kalır. Birikimlerini, bono senetlerini, tasarruflarını Kastelli’ye emanet eden orta-sınıflar ve memurlar batmıştır. Bu olaydan dolayı, darbe hükümetinin Başbakan Yardımcısı olan Turgut Özal istifa etmek zorunda kalır.
Kastelli’nin arkasında yalnızca darbe hükümeti yoktur, televizyonlar ve gazeteler aracılığıyla o zamana kadar güvenilir bilinen bütün önemli simaları reklamlarında oynatır, zaten vurgun biraz da bu yüzden büyür.
Vurgunu yaptıktan sonra Cenevre’ye kaçar ve o dönemki hesaplara göre, Kastelli’nin İsviçre bankalarında milyonlarca İsviçre Frangı vardır.
Kastelli ile birlikte, çok önemli bir eşik aşılmış olur. Öncesinde, örneğin Sülün Osman ya da Eyüplü Halid gibi “ikonik” dolandırıcıların maharetlerine ve şöhretlerine karşı bir teveccüh vardıysa da, dolandırıcılık bir tür ayıp olarak görülüyordu ve devlet/devleti yönetenler, dolandırıcılığı sistemin dışında tutmaya çalışıyorlardı.
Fakat, Kastelli, bizzat devleti yönetenler ile yakınlığı sayesinde, dahası, devletin yalnızca açıkları değil, geliştirdiği politikalarla birlikte tek tek bireyleri değil, toplumun belirli bir kesimini toptan ‘tokatlayabilecek bir sistem’ kurdu. Bu sistem ve ona dahil olanlar, 1980’li yılların siyasetini, yeraltı dünyasını ve 1990’lı yıllarda derin devlet diye bileceğimiz sistemin nasıl inşa edildiğini/inşa edilmesi gerektiğini anlatan 1. Mit Raporu(1)’nun kamuya yansıyan tarafından dikkatle ele alındı.
Ki gene Kastelli’den sonra, bahsettiğimiz MİT raporundaki yeraltı dünyasının sonradan meşhur olacak isimleri Çakıcı, Ağar; Banker Kastelli, Banker Bako ve kimi sosyetik simalar … Demirel ve Özal’ın etrafındaki isimler, 90’lar dediğimiz dönemde (ya da belki dümen demeli), vatan-millet edebiyatıyla bankaları hortumlayıp, bir bütün olarak sistemi felç ettiler ve 1990’lı yıllarda silsile halinde devam eden devalüasyon, enflasyon ve mali krizlere neden oldular.
Susurluk Raporu'nu(2) dikkatle okuduğumuzda, 12 Eylül rejiminin yalnızca bir askeri darbe olmadığını, bütün rejimin görünürdeki Kastelli gibi kimi isimler aracılığıyla bir dolandırıcılık tertibatına dönüştüğünü, bugünlerin hazırlandığını görürüz.
Kastelli 2008 yılında intihar ettiğinde, fırtınalı yıllar, devlet-finans-dolandırıcılığı birbirine teyellemiş bir sistem, bu sistemden esinlenmiş birkaç senaryo (Banker Bilo, Dolap Beygiri) ve 5 ayrı kişiye yazılmış (hizmetçisine, aşçısına, oğullarına, savcıya, Erdoğan Demirören’e) mektup bırakmıştı.
28 ŞUBAT: SELÇUK PARSADAN VE JET FADIL
Bununla birlikte 1990’larda güç-iktidar ilişkilerindeki boşluklara sızmış; üstelik rejimin yaşadığı dönüşüm ve yarılmayı da iki cephede temsil eden iki önemli tokatçı figürü vardır.
Selçuk Parsadan, 28 Şubat Muhtırası'nı takip eden Cumhuriyet’in 75. yılı etkinliklerinde, memleketin ve rejimin ordulaştırılmasını fırsat bilen önemli bir figürdür. Emekli polis memuru olan babasıyla taşrada dolandırıcılık yapmak için turnelere çıkmışlar. Babasından devleti, Anadolu insanından da Türkiye’nin ruhunu öğrenmiş ki “Bu halkı korkutarak ya da umutla” dolandırırsınız vecizini edebilmiş.
Bu turnelerden birisinde, yakalanıp tutuklanıyorlar, hapisten çıkınca Selçuk Parsadan babasıyla yolları ayırıp yola solo çıkıyor. En önemli işi, Hurşit Tolon paşaymış gibi Çiller ve Demirel’i arayıp, örtülü ödenekten zimmetine para geçirtmek. Dedik ya 28 Şubat günleri, ordu ve paşalar ülkeyi titretiyor, başbakan da cumhurbaşkanı da olsanız sizin başınızda ordunun paşaları var. Daha da ilginci, yönetenlerin kendi uhdelerindeki bir hesabı, elbette çok iyi bildikleri kontrgerilla tertibatına aktardıklarını düşünerek, Selçuk Parsadan’a yollamaları.
Aynı yıllarda, bu fotoğrafın negatifi olan bir başka figür var Fadıl Akgündüz, nam-ı diğer Jet Fadıl.
28 Şubat’ın bu astığı astık kestiği kestik paşaları, o yıllarda şimdi AKP’nin yaptığı gibi, MÜSİAD etrafında konuşlanan şirketleri fişleyip kimi zaman açık kimi zaman örtülü bir boykot uyguluyorlar, MÜSİAD’ın katalizörü olan YİMPAŞ ve KOMBASSAN’ın ensesinde boza pişiriyorlar. Anadolu kaplanları diye bilinen Konya ve Kayseri merkezli o dönemin tanımıyla ‘yeşil sermaye’ grupları endişeli. Herkes sığınacak güvenli bir liman arıyor.
İşte bu ortamda Fadıl Akgündüz, yerli üretim otomobil hikayesi ile ortaya çıkıyor (tanıdık gelecek kadar tuhaf bir hikâye değil mi?); JET-PA.
Hatta birkaç yüz tane ‘üretip’ piyasaya sokuyor da (tanıdık hikâye devam mı?). Büyük bir müteşebbis olarak Akgündüz’ün ticari faaliyetleri WikiPedia’da şu şekilde tanıtılmış:
"1987'de Jet Sürücü Kursu'nu açarak iş hayatına girdi. 1989'da kendisine ait olan Jetpa Holding'in ilk şirketini kurdu. Holding bünyesindeki pazarlama şirketi, 700.000 aileye konut, otomobil, elektrikli ev ve ofis cihazları sattı. Özel sektör olarak Türkiye'nin ilk toplu konut projesi JETKONUT'u 1998'de hayata geçirdi.
300 milyon euroya mal olan "Türkiye'nin İlk Dünya Otomobili İmza Projesi"ni 1999'da uluslararası pazara sundu ve dünyanın birçok ülkesinden 300'den fazla distribütörlük talebi aldı. İmza projesi kapsamında Siirt, Diyarbakır, Batman, Mardin ve Şanlıurfa'da kurulacak beş otomobil fabrikasında yılda 1.250.000 otomobil üretilmesi ve bu fabrika yatırımlarıyla Güneydoğu Bölgesi'nde 264.000 kişiye iş imkânı sağlanarak yılda 12 milyar dolar tutarında ihracat yapılması planlandı.[kaynak belirtilmedi]
1995'te Dünya'nın ilk İslami Otel konsepti ile Caprice Hotel'i dünya turizm pazarına sundu ve bununla ilgili olarak 2012 yılında Malezya'da düzenlenen 1. Uluslararası Dünya İslami Turizm Konferansı'nda dünyadaki ilk 5 Hilal ödülünü aldı. Avrupa'nın en büyük ve Dünya'nın tek 7 Hilalli oteli olan Caprice Gold Bayrampaşa İstanbul projesi yüzde 87 seviyesine gelmiş olup binanın üzerine Kudüs'ten getirilen Kubbetü's-Sahre taç olarak giydirilmiştir.
Jetpa Holding, pazarlama, inşaat, elektronik, medya, bankacılık gibi sektörlerde faaliyet gösterdi.
Bu yaptıklarına ek olarak görünenin aksine arka planda sürekli hissedarları ve halk ile mali sorunlar da yaşamaktadır. Bir dönem hakkındaki Avrupa'da kurduğu İslami Titan oluşumuyla gurbetçilerin dini duygularını sömürerek zamanında yaklaşık 650 milyon mark toplayıp ortadan kaybolduğu iddiasıyla açılan davalar ve 600 milyonluk JetPa'nın mal varlığını 3 milyon liraya ablasına ve eniştesine devretmek suretiyle holdingin içini boşaltıp insanları mağdur ettiği ve son olarak günümüzde yaptırdığı Caprice Oteli'nde yarattığı hisse problemleriyle yine ülkesindeki insanların açtığı davalarla başı oldukça derde girmiştir. Kimi davaları devam etmekte ve alacaklılarının çok büyük bir kısmı hâlâ alacaklarını tahsil edememiştir. Ayrıca son günlerde cezaevinden bile devremülk satışı yaptığı ortaya çıkmıştır."
Fakat Fadıl Akgündüz’ün Türkiye halkına asıl “büyük hizmeti” ise, 3 Kasım 2002 seçimlerinde gerçekleşti. Siirt Milletvekili olduktan sonra, yapılan itirazlarla Akgündüz'ün vekilliği düşürüldü, yerine Deniz Baykal’ın da girişimleri ile siyasi yasağı kaldırılan Recep Tayyip Erdoğan yenilenen Siirt Seçimleri ile vekil oldu.
AKP’Lİ YILLAR
AKP’li yıllarda artık, “ikonik” dolandırıcılar yok. Bu ilk bakışta devletin başarısı gibi görünebilir. Ama öyle değil, dolandırıcılık artık kurumsal, bu yüzden de dolandırıcılık anonim bir meslek. Bu yüzden mesela dolandırıcıları eskiden olduğu gibi Sülün Osman, Eyüplü Halid, Raki, Parsadan diye sayamıyoruz, onlar artık anonim bir kimliğin tanımı olarak varlar: “Kendisini devlet görevlisi olarak tanıtan…”. Ne yaptıklarını biliyoruz ama ‘kim’ olduklarını bilemiyoruz.
Tahminler muhtelif, bir de Soylu’nun fotoğraf arkadaşı Thodex vurguncusu, derin devletin kasası SBK, “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta” Türkiye’yi tokatlayan Çiftlikbank Tosun’u gibi figürler var. Onlar da AKP’nin her mahsulü gibi; vasat, yaratıcılıktan yoksun, anca kurumsal güçle yürüyebiliyorlar, kendi başlarına kaldıklarında, kol kanat gerenleri onlara yüz çevirdiğinde ancak haç ile hilal, haçlı seferi, “Ezanı susturamazlar”, TOGG, bayrak, şehitler, LGBT gibi 8-10 anahtar kelimeyi hatırlayabiliyorlar. Yani, aslında bunlar bayağı bildiğimiz neo-liberal spekülasyon sisteminin taşeronları ve ayakçıları.
Hülasa;
Türkiye’nin alternatif tarihlerinden birisi de, Türkiye tarihinin meşhur dolandırıcılarının tarihidir. Türkiye’nin 100 yıllık tarihi hiçbir şey üretmediyse de büyük dolandırıcılar ve dolandırıcılık hikayeleri üretmiş ve bu hikayeler başta devletlu söylemden, giderek devletin pek çok kurumunun bizzat kendisine dönüşmüştür.
NOTLAR:
(1) https://herr-hangi.blogspot.com/2008/11/birinci-mit-raporu.html
(2) Susurluk Raporu için, bkz. Kutlu Savaş’ın derleyip yayınladığı rapor.