Devletimiz, e-devlet üzerinden alt-üst soy sorgulama hizmeti vermeye başladığından bu yana sosyal medyada bir soyağacı açıklama furyası aldı başını gidiyor. İtiraf ediyorum. Birkaç gün direndikten sonra ben de baktım. İnsan gerçekten de merak ediyor. Kimlerden gelmişiz? Geçmişimizde, genetik ve kültürel mirasını taşıdığımız gizemli kişiler; aile içinde anlatılmayan hikâyeler, göçler, göç yolları, kayıplar var mı? Anne tarafına bakıyorum, 1834’e kadar giden kayıtlarda hep aynı köyden evlenip durmuşlar. İlk sırada bir “Gülüstan” var. Hüseyin ve Emine’den olma. Gülüstan’ın nasıl bir hayatı olmuştur merak ediyorum. Ali Yusuf’la evlenmiş. Bir oğlu var. İbrahim. Başka çocukları da var mı? Ne yapmışlar, neler yaşamışlar? Büyük sevinçler ya da büyük kederler? Ne var ki, alt-üst soy sorgulaması bu sorularımın yanıtını vermiyor.
Alt-üst soy sorgulaması şuna yanıt veriyor: İsimler bile kuşaklar arasında yinelenmiş. İsimlerde de öyle şaşırtıcı bir şey yok. Ne Kızılırmak’ın kıyısındaki bir köyden olan annemin ailede sıradışı biçimde renkli gözlü ve beyaz tenlilerin varlığı nedeniyle hep söyleyegeldiği muhacir büyükanneye rastlayabildim; ne hemen yanıbaşında bir Ermeni köyünün harabeleri bulunan bu köyde gizemli bir akrabanın izini bulabildim. Çocukluğumda ısrarla yönelttiğim bu Ermeni köyünde neden artık hiç kimsenin yaşamadığı sorusu ise hep yanıtsız kaldı. Baba tarafında kayıtlar dedeme kadar gidiyor. Onun babası veya dedelerine dair bilgi yok. Ardahan’ın bir köyünden olan babam bunu Rus işgaline bağlıyor.
Anlayacağınız, bizim aile ağacı, nasıl söyleyeyim, biraz sıradan. Oysa başkalarınınkine bakıyorum, neler neler yok. Dedeleri Bulgar, Romen, Makedon göçmeni olup da AB pasaportu için çifte vatandaşlık başvurusu yapmaya hazırlananlar mı dersiniz; atalarının at kuşanıp Orta Asya’dan geldiğini, yani aslında ne kadar da Türk ve katışıksız olduklarını ilan edenler mi? Arap atalarının izini Suriye’de bulanlar mı; merak içinde Ermeni, Rum atalarını araştıranlar; yedi göbek nasıl da İstanbul’lu olduklarının kanıtını herkesin gözüne sokmak için bankacılık işlemlerinde kıymetli bir güvenlik sorusu olan annelerinin kızlık soyadını da içeren bilgilerini sosyal medyada paylaşanlar… Anlayacağınız sosyal medya cemaatimiz bu sıralar tam bir kültürler ve inançlar mozaiği… Başka deyişle tam da Davutoğlu’nun ardından sönümlenmiş gibi görünen Osmanlıcılık hayalleri Afrin harekâtıyla yeniden canlanmışken, bu soyağacı furyası bize siz öyle sıradan bir ulus değil, Batı’nın ve emperyalist güçlerin bölüp, parçaladığı, her bir unsuru bir yere dağıtılmış “Osmanlının torunlarısınız” deyip duruyor. Ne âlâ.
Aslına bakılırsa, Osmanlı nostaljisi Türk sağı için yeni bir olgu değil. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren muhafazakâr-İslamcı sağın Cumhuriyet’in seküler ulus devlet anlayışına gösterdiği tepkinin temel motiflerden biri. Muhafazakâr düşünürler, tarihçiler ve İslamcı muhalefet 1940’lardan itibaren Osmanlı geçmişi ile cumhuriyet arasında resmi ideolojinin ileri sürdüğü gibi bir kopuştan ziyade süreklilik öngören çeşitli tezler ileri sürdüler. Özellikle İslamcı muhalefet, Osmanlıcılık düşüncesine kavramın orijininde olmayan dinsel bir boyut yükleyerek inşa edilmeye çalışılan batı-merkezli politik ve toplumsal düzeni eleştirmek amacıyla başvurdu. Bu süreçte şimdi olduğu gibi batı karşıtlığı, Osmanlıcılığın birleştirici motifi haline geldi. 1960 ve 1970’lerle birlikte, Milli Görüş hareketi içinde sol düşmanlığı da bu ortak paydalara eklenen bir hat oluşturdu. Resim, 1980’lerin Türk-İslam sentezciliği ile tamamlandığında ve Turgut Özal hükümetleriyle birlikte, Osmanlıcılık muhafazakar-sağ ideolojinin savlarını mitleştirilmiş bir geçmiş üzerinden dile getirmesinin nostaljik aracı olmaktan çıkmış, yeni Osmanlıcılık adı altında dış politikayı da kapsayan bir boyuta taşınmıştı. Osmanlı-İslam medeniyetini Türklükle ve Türklerin “şanlı tarihi” ile özdeşleştiren Türk-İslam sentezi ideolojisi, Türkiye’yi İslam dünyasının merkezine yerleştirmeyi hayal eden bir emperyal projeyi işaret ediyordu. Bu projeyi miras alan AKP yönetimi, Davutoğlu ile birlikte eski Osmanlı hinterlandinde bulunan ülkelere, Orta Doğu, Balkanlar ve İslam dünyasına yöneldiğinde, yeni politika hedefi Türkiye’nin bölgesel bir süper güç olabilmesiydi. Bunun o kadar da kolay olmadığı çok geçmeden anlaşılsa da Osmanlıcılık, birkaç açıdan iç siyasette son derece işlevsel olmaya devam etti.
Öncelikle, toplumun AKP’nin özellikle 2006 yılından itibaren giderek ivme kazanan otoriter politikalarına uyum sağlamasını kolaylaştıran yeni bir kimlik vaad ediyordu: Bu kimlik, her şeyden önce düşmanlar ve emperyal güçlerin hain planları nedeniyle yitirilen altın çağın yeniden inşa edilmesi için gereken “sağlam irade”ye mutlak itaati gerektiriyordu. Bunun için, Cumhuriyet ideolojisinin unutturduğu ve karaladığı “zaferlerle, fetihlerle dolu” bu muhteşem geçmişin özlenmesi ve topluma sürekli olarak hatırlatılması gerekiyordu. Popüler kültür, bu aşamada devreye girdi. Televizyon dizilerinden filmlere, toplu konut projelerine verilen isimlerden kent girişlerine yapılan kapılara, evlilik ritüelleri sırasında giyilen kostümlerden ev dekorasyonuna; turistik mekânlarda çekilen fotoğrafların mizansenlerinden futbol takımlarına verilen isimlere; devlet törenlerinde çalınan mehter marşından AKP aday adaylarının bilboardlarda sergilenen kostümlü fotoğraflarına ve siyasilerin diline pelesenk olan Osmanlının torunlarıyız, Osmanlı tokadı sözlerine kadar, gündelik yaşam içinde Osmanlı’nın varsayılan yaşam, mimari ve giyim tarzının taklitleri teşvik edildi. Son on yılda, Osmanlı’nın ne olduğu ve nasıl yaşadığına ve bu yaşam tarzının bugünküne göre neden tercih edilir olduğuna dair mitleştirilmiş bir anlatı, popüler kültür içinde giderek daha fazla baskınlık kazandı. Ardı ardına çekilmeye başlayan ve Türkiye’de olduğu gibi Orta Doğu ve Balkan ülkelerinde de yoğun ilgi gören tarih dizilerinin, birkaç yıldır büyük bir görsel şölene dönüştürülen İstanbul’un fethi kutlamalarının ve nihayetinde Cumhurbaşkanı’nın kendisine bir “saray” yaptırmasının bu tabloda ne gibi bir rol oynadığı üzerinde düşünmek gerekir.
Osmanlıcılığın bu vulgar görünümü altında topluma gerçekliği çarpıtılmış, anakronik, mitleştirilmiş bir tarih anlatısı üzerine kurulu bir kimlik verilmek isteniyordu; böylelikle mevcut adaletsizlikler ve zorlu yaşam koşulları altında ezilen kitlelere parlak bir gelecek vaad ediliyor, bu gelecek Cumhuriyet’in, İstanbul’un Fethi’nin ve Türklerin Anadolu’ya girişlerinin yıl dönümlerine fikslenerek kitlelerin belli bir süre daha sabretmeleri ve bu sırada da kendilerini liderin sağlam iradesine teslim etmeleri isteniyordu.
Türkiye’nin Suriye’deki varlığı ile birlikte, Osmanlıcılık ruhu yeniden canlanmış görünüyor. Bunun dış politikada ne gibi sonuçlar doğuracağı meselesi bir yana, içeride iktidarın Osmanlıcılık söylemi ile vaad ettiği parlak gelecek hayalinin, yaşanan ciddi ekonomik sorunlara rağmen seçmen kitlelerini bir süre daha, en azından seçimlere kadar, liderin mutlak otoritesine bağlı tutacağı bekleniyor olmalı. İşte e-devletin alt üst soy sorgusu hizmeti, tam da böyle bir zamana rast geldi. 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar giden kayıtlarda, insanların kaybettikleri şanlı geçmişin izlerini eski Osmanlı coğrafyasında bulmaları olağandı; dolayısıyla bir zamanlar “bizim” olanın, “zaten bizim olanın” talep edilmesinden doğal ne olabilirdi ki? Oysa bu kayıtlar bize başka bir şey daha söylüyor: Osmanlı, en iyi zamanında fetih ve ganimet ekonomisine dayalı bir imparatorluktu. Ele geçirdiği topraklardaki zenginliklere el koyuyor, önemli bir kısmını merkeze götürüyor, Müslüman olmayan nüfusa ağır vergiler yüklüyordu. Fetih olanakları son bulduğunda, tımar sisteminin de çökmesiyle birlikte bu düzen bozulduğunda, çöküş, parçalanma ve savaşlar kaçınılmazdı. Soyağacınızı bir daha inceleyin. Büyük büyük nenelerinizin hanesinde dul, büyük büyük dedelerinizin hanesinde evli yazdığını göreceksiniz. Ha bir de savaşlar nedeniyle dedelerinizin ömürlerinin çok kısa olduğunu…