Adım Aişe. “y” ile değil, “i” ile. Siz bana bir defa Aişe, sonra birkaç defa Ayşe deyin. Dünyanın en mamur, en güzel, en bakılası şehrindenim. Halep’ten. Şirin Halep.
Ortaokul ikinci sınıfın ikinci döneminin ikinci haftasında yaşadığım o meşum hadiseden sonra okumadım –evet ikinci dersti. Şiir dersi. 60’larının ortasında, bekâr, epey uzunca boylu, konuşurken ağzında şeker yuvarlıyormuş gibi konuşan, o dönemin meşhur sinema yıldızlarından biriyle aynı soyadı taşıdığının altını sıkça çizen (ve asla ona benzemeyen) kadın bir öğretmenimiz vardı şiir dersinde. Ona göre bir metne şiir dememiz için gereken şeyler çok açıktı: Epik olacak, hepimizin içinde kendiliğinden bulunan kahramanlık duygularını yerinden oynatacak, illa ki kafiyeli olacak ve tabii ki dörtlükler halinde dizilecekti. Bize de, kafasındaki bu şiir tanımına uyanlar başta olmak üzere, okuma kitabında yer alan şiirleri bolca ezberletirdi. Ezberlediğimizi kanıtlama mecramız, tabii ki kara tahtanın önüydü. Abartılı bir coşku, büyük jestler, tuhaf el kol hareketleriyle şiir okuyan ve tabii ki hocamızın gözdesi olan İmam (dedesi Halep’in en namlı imamlarından biriymiş, torunun adını dedenin mesleğinden seçmişler pek emek harcamayıp), yan komşumuzdu. Geceleri uyumadan evvel İmam’ın şiir okuyuşunu kendi kendime taklit eder, uykuya kıkır kıkır uyuyarak dalardım.
Hayatımda dört ses vardı o günler. Aynı anda çıkan üç ses: Öksürük (nenemin), horoz ötüşü (bahçeden), odadaki saat (saniye dönerken değil, iç mekanizma çalışınca duyduğum) ve kapı gıcırtısı (sütçüden). Bu üç ses, birbirini çağıran üç sesi nerede duysam, ölüm uykusundan bile kalkarım. Yıllarca sabahın gelişini bu üç ses ünledi sıcak yatağımdan bana. Nenem kapı gıcırtısını duymaz oldu önce, sonra horozu. En sonunda öksürükleri de kesildi ve birkaç cümlelik hayatına şık bir son nokta koyarak dünya denen mavi gezegene veda etti. Onu çok severdim.
Öğretmenimiz, milli şairlerimizden birinin, kitapta dört sayfa boyunca süren uzun bir şiirini ezberlememizi istemişti. Yükselen homurtulara aldırış etmemiş, bu şiiri ezber etmeyen birinin gerçekten tamamlanmış bir insan olacağına inanmadığını eklemişti öfkeli sesinin kuyruğuna. Ufacık yaştaki onca çocuğun o öğretmene çıkarabileceği en büyük ses homurtuydu ve bu gürültü karşısında ufuktaki sis gibi sessizliğe gömülmüştük. Ezberi çok kuvvetsiz Hasan’ın boğazındaki yumruyu kendi oturduğum sıradan görebiliyordum. Çare yoktu, ezberleyecektik.
Hevesle eve gittim. Kitabın kırk altıncı sayfasında başlayıp ellinci sayfasında biten şiiri nenemin yanı başında açıp yüksek sesle okumaya başladım. Bana hiç kızmazdı. Dahası, kızmak bilgisine bile sahip değildi. Tabiatın kendisi, onun için sevgiyle bakılacak şeyler bütünüydü. Bir tek horoza kızardı ama onun sebebi çok uzun.
Aişe kızım, dedi (bana hep Aişe kızım diye seslendi), bunu tek başına ezberle kurban olayım, kafam kaldırmıyor. Kalbini kıramazdım. İçimden okumaya başladım. İkinci sayfaya geçildiğinde şiir adeta makas değiştiriyor, coşku doruğa çıkıyordu. Üçüncü sayfada duygularını (ve dolayısıyla biz okuyucuların duygularını) biraz rölantiye alan şairimiz, şiirin sonunda ciğere ciğere çalışıyor, kalp kapakçıklarına hamaset tıkıştırıyordu. Son sayfada dayanamayıp yüksek sesle okumaya başladım. Biz ortaokul öğrencilerinin kalbi büyüklerinkine göre daha kolay harekete geçtiğinden, içimden ağlamak geliyordu. Nenem aynı cümleyi tekrar etti. İmam’ın bu şiiri kim bilir nasıl okuyacağını hayal bile edemiyordum o esnada. Öğretmen inşallah önce beni kaldırırdı da tahtaya, onun görkemli (ve bence komik) okuyuşunun altında ezilmezdim. O günler benim için bugünlerin aynısıydı. Çağrıldığım yerlerde mahcup oluyor, çağrılmadığım yerlere öfke duyuyordum. Pek bir yere çağrılmadığım için de, her şeye öfkeleniyordum. Ve saatlerin içinden gelen mekanik seslerden büyülendiğim kadar hiçbir şeyden büyülenmiyordum.
Gün geldi çattı. Şiiri ezberlemeyenler gözlerinde bir damla yaşla kuzu gibi öğretmene bakıyor, onları tahtaya kaldırmaması için bildikleri bütün duaları ediyorlardı. Baktım, İmam da mırıl mırıl bir şeyler diyor. Demek ki ezberleyememiş, benden önce kalksa bile okuyamayacak diye sevinmiş, sonra bu sevincimden hafif bir mahcubiyet duymuş ama mahcubiyetimi heyecanımla kolayca bastırıvermiştim. Gözüyle öğrencilerini tarayan öğretmenimizin ağzından benim adımın dört harfi döküldü. Hedefine kilitlenmiş Kamikaze pilotu olarak tahtanın önüne vardım ayağımı yere değdiremeden. Başladım. İlk sayfa geçti, sorun yok. İkinci sayfaya geçtim kafamdan, devam ediyorum. Üçüncü sayfa, işte en zoru, burada İmam gibi davransam mı diye karar veremeden uyuyakalmıştım. Öyle böyle bitirdim, kafamdaki dördüncü sayfaya geçtim ki, dehşetli bir sese gözümü açtım. Gözümü yumduğumu bile fark etmeyecek kadar kilitlenmiştim. Öğretmenim. Otur, diyordu. Sınıftakiler, İmam ve Hasan başta olmak üzere kahkahasını zor tutuyordu. Hiçbir şey anlamamıştım. Oturmak üzereydim ki, sınıftan çıkmam emredildi. Kanım akıyor muydu acaba?
Bir gün sonra nenemi çağırdılar okuldan. Şiiri okurken kitap sayfasını elimle çeviriyormuşum gibi, kafamla çevirme hareketi yapıyormuşum. Bu, hastalık belirtisi olabilirmiş. Üstelik konsantre olduğum zaman kimseyi gözüm görmüyormuş. Ve üstelik, İmam’ın kitabından şiirin son sayfasını gizlice koparmışım ama reddediyormuşum. Kendi kendime konuştuğumu nenem zaten biliyormuş, onu söylemeye gerek yokmuş. Artık bu son ezberleme olayı bardağı taşırmış, çizmeyi aşmış, bardağı çatlatmış, tespihi koparmış.
Adım Aişe. O gün bugün her şeyi unutuyorum. Bir tek Halep’i unutmadım. O mamur ve cânım Halep’i. Kendi kendime konuşmaya devam ediyorum. Gözlerimi yummayı seviyorum. O şiiri ezbere halen ezbere biliyorum. Hepinize Kilis’ten sevgiler.