Ezgi Koman: Çocuğumuzun bedeni bize değil, çocuğa ait
Yıllardır çocuk hakları konusunda aktif olarak mücadele yürüten, KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği’nin kurucularından Ezgi Koman’a göre “filozof” olarak lanse edilen 10 yaşındaki A.K. farklı ideolojik gruplar tarafından nesneleştirildi, “çocuklukla uyuşmadığı” düşünülen ifadeleri ise birer medyatik, sansasyonel malzeme olarak kullanıldı. Koman’a göre çocuklarla ilgili sorumluluklarımız, bize, ebeveynlere çocuklar üzerinde tahakküm kurma, görüntülerini istediğimiz gibi kamusal alanda yayma hakkı tanımıyor. Çocukların kamusal alanda nesneleştirilmesinin, onları yetişkinlerin dünyasında her türlü tehdit ve şiddete de açık hale getirdiğini söyleyen Koman, çocuklarla ilgili yaptığımız her paylaşım için ilk önce kendimize şunu sormamızı salık veriyor: “Neyin peşindeyiz?”
Türkiye’de saat başı tamamen değişen gündem, bir önceki hayati
gündemin üstünden atlamamıza neden oluyor. Dolayısıyla başa gelen
hiçbir olaydan ders çıkaracak zaman kalmıyor. Oysa İdlip’te
yaşananlar, akabinde binlerce mültecinin Avrupa hudutlarına
sürülmesiyle ortaya çıkan korkunç insanlık trajedisi ve müteakip
skandallar öncesinde çok hayati bir mesele daha vardı önümüzde:
Felsefeye meraklı, kitapların dünyasında dolaşan 10 yaşındaki A.K.
üzerinden bu toplumun çocuklarla, çocuklukla korkunç imtihanı.
Muhaliflere göre aydınlık geleceğin bir temsilcisi, iktidar
yanlılarına göre “otoriteyle terbiye edilmesi gereken” A.K. hızla
nesneleştirildi, mukayese aracı ve giderek nefret objesi haline
getirildi. Peki bizi bu korkunç tabloyla karşı karşıya kılan şey
neydi?
2000’li yıllardan beri çocuk hakları için mücadele yürüten, BM
Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin hayata geçirilmesi için çabalayan, KHK
ile kapatılana kadar kurucularından olduğu Gündem Çocuk Derneği’nin
koordinatörlüğünü yürüten ve halen Yeni Yaşam gazetesinde çocuk
haklarıyla ilgili köşe yazıları yazan Ezgi Koman’a kulak
verelim…
Ezgi Koman
Bir sosyal medya kullanıcısı olan Fethi Çağıl,
kitabevinde karşılaştığı 10 yaşındaki bir çocuğun, daha ziyade
yetişkinlerin okuduğu kitaplarla, felsefeyle, psikolojiyle ilgili
olduğunu fark edip videosunu çekiyor, sonra sosyal medyada
yayınlıyor ve A.K. üzerinden korkunç bir kutuplaşma bir kez daha
görünür oluyor. Çağıl’ın, bir çocukla ayaküstü sohbetini
yayınlaması mı, sonrası mı; sizce sorun nerede
başladı?
Hepimiz gündelik hayatta ilgimizi çeken insanlarla karşılaşır,
onlarla yakın temasta olmak, belki arkadaş, dost olmak isteriz.
Bazen bu yakınlığı veya kişisel “keşfi” başkalarına da göstermeye
meylederiz. Fakat örneğin görüntüsünü paylaşacağımız kişi bir
yetişkinse, çoğunlukla onun rızasını, iznini alırken, böyle bir
ihtiyaç hissederken, çocuklar söz konusu olduğunda buna gerek
duymuyoruz. Kaldı ki, izin almak da yetmez. Gerek medya mensupları,
gerekse sosyal medya kullanıcıları bu tür yayınları yapmadan önce,
yapacakları haberlerin, paylaşımların çocuğun yüksek yararına olup
olmadığına bakmakla, bunu değerlendirmekle yükümlü. Ne yazık ki
sosyal medyada bu tür etik kurallar çok işlemiyor. Neticede de A.K.
açısından söz konusu paylaşım bir dizi hak ihlali zincirinin
başlangıcı oldu.
Sonraki süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sonrası çok daha feciydi. Okumakla bu kadar az ilgili olan bir
toplumun, çok okuyan bir çocuğu bu kadar yüceltmesi şaşırtıcıydı.
Ama yapılan güzellemelerden kısa süre sonra da, başka çocuklarla
mukayeseler başladı. Dolayısıyla iş sadece A.K.’nin değil, başka
çocukların da temel haklarının ihlal edildiği, hedef gösterildiği
bir toplu histeriye dönüştü. Farklı ideolojik gruplar, birbirlerine
karşı söylemsel savaşı çocukları kullanarak, onların haklarını
çiğneyerek sürdürdü. A.K.’ye yapılan güzellemeler giderek
kıskançlığa, öfkeye, nefrete ve doğrudan söylemsel saldırıya
dönüştü. Bu toplumun “farklı” olanla nasıl ilişki kuracağını
bilmediğini, tapınma ve nefret dışında bir duygu geliştiremediğini
tekrar gördük. Sonuçta iş sosyal medyadan da taşarak ana akım
medyaya A.K.’nin konuk edilmesine, popüler isimler tarafından kendi
maksatları uğruna yönlendirilmesine kadar vardı.
.
ÇOCUK GÖRÜNTÜSÜ PAYLAŞIRKEN KENDİMİZE “NEYİN PEŞİNDEYİM?”
DİYE SORMALIYIZ
20 Şubat tarihli Yeni Yaşam gazetesindeki yazınızda
A.K.’yle ilgili şu soruyu sormuştunuz: “Videoda gördüğümüz çocuk
belli ki bilişsel olarak özel yetenekli bir çocuk. Bilişsel olarak
özel kapasiteye sahip olan çocukların her zaman duygusal ve
fiziksel olarak aynı beceriye sahip olamayabildiklerini biliyor
muyuz? Peki ya bu video, A.K’yi her türlü istismara (cinsel,
ekonomik, siyasi vb.) açık ederse?” Sizin bu sorunuzdan birkaç gün
sonra, Özyeğin Üniversitesi’nin sonradan işten attığı bir çalışanı,
A.K.’ye yönelik doğrudan cinsel şiddet çağrısı yaptı…
Bu tür paylaşımların çocuklara yönelik bir tehdide dönüşmesi her
zaman ihtimal dahilinde. O yüzden bir yetişkinin daha baştan bizim
sorduğumuz soruyu sorarak hareket etmesi, çocuklarla ilgili
paylaşımlarını böylesi bir akıl süzgecinden geçirmesi çok
hayati.
Peki çok kitap okuyan, yahut başka maharetleri olan bir
çocuğun haklarının ihlal edilmemesi, korunması için gözden ırak mı
tutulması gerekiyor?
Bir çocuğun anlatımlarını, özellikle de görüntülerini
yayınlayanların kendilerine soracağı ilk soru şu olmalı: Neyin
peşindeyim? Peşinde olduğum şey, çocuğun yararıyla ne kadar ilgili?
Elbette bir çocuk medyada görünür olabilmeli. Çocuk hakları
savunucuları olarak zaten tam da bunun için uğraşıyoruz. Medya,
kamusal bir alan ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocuğun kamusal
alana katılımının önemini vurgular. Sözleşme çocukları yaşamın
eşit, ortak bireyleri olarak kabul eder. Bu da elbette çocukların
medyada, kamusal alanda görünürlükleriyle sağlanacaktır. Peki bizim
yetişkinler olarak yaptığımız sosyal medya paylaşımları,
gazetecilerin yaptığı haberler, gerçekten de çocuğun katılımını mı
sağlıyor, yoksa çocuk orada sadece bir nesne mi?
Bunu nasıl ayırt edeceğiz?
İster “üstün yetenekli”, ister şiddete maruz bırakılmış bir
çocuk olsun; medyada var olmalarıyla, medyaya katılımlarıyla
nesneleştirilmeleri arasında çok ince bir çizgi var. Evet,
Türkiye’de çocuk koruma mekanizmaları olması gerektiği gibi
işlemiyor ama yine de önceliğimiz, çabamız, bu mekanizmalara
işlerlik kazandırmak olmalı.
A.K. ETRAFINDA YETİŞKİNLERİN İDEOLOJİK CEPHELEŞMESİ
YAŞANDI
.
A.K.’yle tanışan Fethi Çağıl, onun videosunu yayınlamak
yerine ne yapmalıydı sizce?
Gerçekten o çocuğa destek olmak istiyorsa öncelikle
ebeveynleriyle, öğretmeniyle bu konuda diyalog kurup, bazı özel
yetenekleri olan çocuklara ilişkin devletin var olan
mekanizmalarına ulaşılıp ulaşılmadığını öğrenebilirdi. Eğer bu
mekanizmalara ulaşılmamışsa, ulaşılması için çaba sarf edebilirdi.
Bu çabaya rağmen ilerleme kaydedilemediyse, o zaman bu alandaki
sivil toplum kuruluşlarıyla ve uzmanlarla iletişime geçilebilirdi.
Neticede Twitter’dan bir video paylaşıp olayların kontrolsüz bir
biçimde ne yöne evrileceğini beklemek yerine, gerçekten A.K. için
yapılabilecek çok fazla şey vardı, var. Sen çocuğun videosunu
yayınladığın an amacına ulaştığını düşünürken, çocuk açısından bir
dizi hak ihlalinin kapısı daha yeni açılıyor olabilir.
Peki bir video üzerinden oluşan cepheleşme, toplu
çılgınlık hâli, genel olarak toplumun çocuk algısına dair bize ne
anlatıyor?
Hem ebeveynlerin hem de toplumların bir “ideal çocuk” tanımı
var. “İdeal çocuk” tanımının dışında kalan bir çocukla
karşılaşıldığında farklı tutumlar sergilenebiliyor. A.K. de önce
“ideal çocuk” olarak görüldü. Ama farklı ideolojik grupların çocuk
algısı farklı olduğu için, A.K. etrafında yetişkinlerin ideolojik
cepheleşmesi yaşandı. Bir kesim A.K.’yi “özgür düşüncenin bir
sembolü” olarak görüp yüceltirken, muhafazakâr kesimler ise onu
“annesine saygı göstermeyen, otoriteye baş kaldıran, ateist”,
dolayısıyla “terbiye edilmesi gereken, kullanılan” bir çocuk olarak
kodlamaya başladı. Nefret de bu noktadan itibaren ortaya çıktı.
Çocuklar yetişkinlerin egemenlik kurduğu, dolayısıyla her şeye
bakışın da yetişkinler tarafından belirlendiği bir dünyada yaşıyor.
Yetişkinden de esas olarak beyaz, Türk, Müslüman, hatta mümkünse
Sünni erkek kastediliyor. Kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere
bunun dışında kalan herkese potansiyel “güvenilmez”, “irrasyonel”,
dolayısıyla kontrol edilmesi gereken gözüyle bakılıyor. Hâliyle bu
kesimler nefret söylemine çok daha açık maruz kalabiliyorlar. A.K.
açısından da bu noktaya varılacağı aslında pekâlâ
öngörülebilirdi.
A.K. meselesinde tanık olduğumuz şey, yetişkinlerin
egemen olduğu dünyanın bakışının etkileri mi, yoksa özel olarak
Türkiye toplumunun yaşadığı ideolojik yarılma mı?
Her iki etmen de belirleyici. Çocuğa bakış tarih boyunca sürekli
değişmiştir. Bugünkü algı, mevcut siyasal, ekonomik, kültürel
koşullara göre belirlenirken, Ortaçağ’da başkaydı. Yahut Reform,
Rönesans, Sanayi Devrimi gibi tarihsel dönemeçler de çocuğa bakış
açısında belirleyici olmuştur. Çocuğa verilen değer, toplumda
onlara açılan yer, bırakılan alan, bu türden siyasal, ekonomik ve
kültürel etkilerle çok yakından ilgili. Aynı şekilde Türkiye’nin
mevcut ekonomik, siyasal ve kültürel koşulları da çocuğa bakışı,
çocuğa atfedilen anlamı, toplumdaki yerini önemli ölçüde
belirliyor. Toplumların ve dönemlerin çocuk tanımı, algısı sabit
değil, değişkendir.
Çocuk hakları savunucuları açısından “ideal çocuk” var
mı peki?
Hayır, BM Çocuk Haklar Sözleşmesi de, genel olarak çocuk hakları
fikriyatı da çocukları yetişkinlerden ayrı görmez. Fakat
yüzyılların deneyimiyle, çocukların yetişkinlerden farklı olarak
bazı özel gereksinimleri olduğunun altı çizilir. 0-18 yaş aralığı,
insan gelişiminin en hızlı evresi ama yetişkinler tarafından
kurgulanan dünya bu hızlı gelişime uyumlu değil. O yüzden de
çocuklara açılan alan sınırlı. Çocuklar oy kullanmadıkları için
siyasetçiler açısından ya gözardı ediliyor veya yine yetişkinlerin
oyunu alabilmek için nesneleştirilip işlevselleştirilebiliyorlar.
Keza, devletin insan hakları politikalarında çocuklar etkili,
belirleyici olamıyorlar. Hiçbir zaman muhatap alınmıyorlar yahut
yetişkinlere nazaran şikâyet mekanizmalarına erişmeleri çok zor. Bu
nedenle çocuklar, devletlerin veya güç odaklarının ihlallerinden
çok daha sert etkileniyorlar. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, 0-18 yaş
arası bireylerin de tıpkı yetişkinler gibi bağımsız, hak ve
hürriyetleri olduğunun altını çizer.
EBEVEYNLER, ÇOCUKLAR ÜZERİNDE TAHAKKÜM KURMANIN SİNSİ
YOLLARINA BAŞVURUYOR
Peki neden çocukların oy kullanma hakkı konusunda yoğun
bir mücadele yürütülmüyor?
Aynı soruyu biz de soruyoruz. Yetişkinlerin kurguladığı bir
dünyada, çocuklar manipüle edilebilir, kararları da irrasyonel
görülüyor. O yüzden de çocuklara oy kullanma, siyasal katılım hakkı
tanınmıyor.
Çocuklar gerçekten de manipüle edilebilir, irrasyonel
kararlar verebilecek bir yaş aralığında değil mi?
Yetişkinlerin gözünden bakınca böyle. Ama bu bakış sadece
çocukları değil, “tekin” görülmeyen sayısız grubu, engellileri,
yaşlıları da karar alma süreçlerinin dışında bırakıyor. Kadınların
yüzyıllarca siyasal katılım hakkı için mücadele yürütmek zorunda
kalması, tam da bu bariyerden kaynaklanıyordu. Çocuklardan da
kendilerine biçilen rolleri oynamasını bekliyoruz. A.K.’nin okuduğu
kitapları okuyan, otoriteye, inanca bakışı benzer sayısız yetişkin
var ama onlara bundan dolayı hayranlık beslemiyor veya öfke
duymuyoruz. A.K., bir çocuk olarak kendisine biçilen rolün dışında
olduğu için de tüm bunlarla karşılaştı. A.K.’nin çizdiği profil,
alışılanın aksine pasif alıcı değil, üzerinde tahakküm kurulması
zor bir çocuk olduğu için de nefret duygusu ortaya çıktı. Oysa “sen
çocuksun, itaat etmelisin ve sana öğretilenleri tekrarlamalısın!”
Bu sadece muhafazakârlar için değil, modern ebeveynler için de
geçerli bir yaklaşım. Modern ebeveynler de çocuklar üzerinde
tahakküm kurmanın çok sinsi yollarına başvuruyor. Ebeveynler,
öğretmenler, çocukları “terbiye ettikleri”, onlar üzerinde
egemenlik kurabildikleri, onları yönlendirebildikleri ölçüde
sorumluluklarını yerine getirdiklerini, başarılı olduklarını
düşünürler. Çocuklarla eşit bir ilişki kurmayı reddediyoruz.
YÜKÜMLÜLÜKLERİMİZ, BİZE ÇOCUKLAR ÜZERİNDE TAHAKKÜM KURMA
HAKKI KAZANDIRMAZ
Ama pedagojik olarak ebeveynlerin çocuklarıyla “eşit”
bir ilişki kurmalarının yanlış olduğuna dair sayısız görüş var…
“Ebeveyn çocuğuyla arkadaş olmayacak, ona annelik, babalık yapacak,
onu yönetecek, onu yetişkinliğe hazırlayacak…”
Bir kere bizim çocuklar üzerinde haklarımız yok, bazı
sorumluluklarımız var. Elbette onlara bazı şeyleri anlatmak, onlara
yol göstermek, onları yetişkinlerin tehlikeli dünyası karşısında
koruyup kollamak yükümlülüklerimiz arasında. Ama bu
yükümlülüklerimiz, bize çocuklar üzerinde tahakküm kurma hakkı
kazandırmıyor.
O halde örneğin gece tek başına dışarı çıkmak isteyen
bir çocuğa mani olmamalı mıyız?
Çocuk hakları hareketi olarak çocuk algısı üzerine verdiğimiz
tipik örneklerden biri bu. Bir zaman sonra hayat, çocukların bu
özgürlüklerini kullanabilecekleri bir noktaya gelebilir. Kadınlar,
LGBTİ’ler açısından pek çok yerde bu kazanım sağlanmıştır. Ama
çocuk hakları hareketi, çocuğu bağımsız, hak ve özgürlükleri olan
bireyler olarak tanımlarken, bize tarihin bu döneminde,
yetişkinlerin kurguladığı bu dünyada savaş, şiddet, ayrımcılık gibi
uygulamalar karşısında çocukları koruma yükümlülüğü veriyor. Çocuğu
gece yarısı, güvensiz bir sokağa bıraktığınızda onun iradesine,
özgürlüğüne saygı göstermiş olmuyor, onu korumamış,
bilgilendirmemiş veya bir ihtiyacını karşılamamış oluyorsunuz.
EBEVEYNLERİN, ÇOCUKLARININ GÖRÜNTÜLERİNİ YAYINLAMA HAKKI
YOK
Çağımızın bir diğer tekinsiz alanı sosyal medya. Pek çok
sosyal medya kullanıcısı ebeveyn, çocuklarının en mahrem anlarını,
videolarını paylaşıyor. Ebeveynlerin bu paylaşımlar konusunda hak
ve sorumlulukları neler? Bir baba, anne, kendi çocuğunun videosunu
sosyal medyada yayınlayamaz mı?
Yayınlayamaz! Ebeveynlerin böyle bir hakkı yok. Nitekim
Belçika’da bir kişi, çocukluğu boyunca görüntülerini paylaşmış olan
annesi aleyhine açtığı davayı kazandı. Elbette hiçbir ebeveyn,
çocuklarını herhangi bir şiddete açık etmek üzere paylaşım
yapmıyor. Fakat çocuk, bağımsız birer birey olarak değil,
anne-babaya ait, onların bir uzantısı olarak görülüyor. Oysa çocuğa
kendi bedeninizin, elinizin, yüzünüzün, kolunuzun bir uzantısı
muamelesi yapamazsınız. O sizden ayrı, bağımsız bir birey. Kendi
yüzünüzü paylaşma hakkınız var ama çocuğunuzun fotoğrafını,
videosunu paylaşmak gibi bir hakkınız yok. Bedeniniz kadar
görüntünüz de sadece ve sadece size aittir.
Çocuklarımız bize ait değil mi?
Çocuğumuzun bedeni bize değil, çocuğa ait. Nasıl ki bizim
bedenimiz başkasına ait değilse, onlarınki de bize ait değil. Fakat
kullandığımız dil bile bu hakka riayet etmediğimizi gösteriyor.
Çocuk karnesini alır, “karnemizi aldık” deriz. “Bugün hastalandık,
okula gitmedik”, “dişlerimiz çıktı”… Çocuğu o kadar kendimize ait
görüyoruz ki, dili bile böyle kuruyoruz. Oysa “diş çıkarıyoruz”
değil, “diş çıkarıyor”, “hastalandık” değil, “hastalandı”… O çocuğu
siz doğurdunuz, siz büyüttünüz ama o, sizden bağımsız bir birey.
Çocuğun temel ihtiyaçlarını karşıladığımızda, güvenliğini
sağladığımızda, eğitimini üstlendiğimizde hatta onu sevip
önemsediğimizde sadece sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluyoruz. Bu
sorumluluğu yerine getirmek, onun üzerinde tahakküm kurma hakkı
tanımıyor bize.
A.K.’NİN 'ÇOCUKLUKLA UYUŞMAYAN' İFADELERİ SANSASYONEL
MALZEME OLARAK KULLANILDI
O halde örneğin A.K.’nin kameralara konuşması,
fikirlerini ifade etmesi onun hakkı değil mi? Çocuğu korumakla
özgürlüğünü sınırlandırmak arasındaki dengeyi nasıl
sağlayabiliriz?
Çocuklar, hak ve özgürlüklere sahip bağımsız bireyler olarak
kamusal bir alan olan medyada düşüncelerini ifade etme hakkına
sahipler. Peki medya gerçekten A.K.’nin düşünceleriyle mi, yoksa
onu yetişkinlerin bakışı üzerinden nesneleştirmekle mi ilgiliydi?
A.K. örneğin, eğitim müfredatıyla ilgili bir çalışmaya çağrılıp
görüşleri mi dinlendi? O çocuğun “yetişkince”, “çocukluğa
yakışmayan”, “çocuklukla uyuşmayan” ifadeleri birer medyatik,
sansasyonel malzeme olarak kullanıldı. Bakın, zaten Türkiye’de
çocuklar “sıra dışı” örnekler olmadan medyada görünür olamıyorlar.
Ya bir felaketteki acının sembolize edilmesi için gözyaşı dökerken,
ya batan mülteci botunda yaşamını kaybedip kıyıya vururken, ya
cinsel şiddet ve istismar dolayısıyla, yahut A.K.’de olduğu gibi
“parlak”, “sıra dışı” örnekler ortaya çıktığında medyada yer
alabiliyorlar. Ama çocukların gerçek sorunları, hakları, talepleri
görünür olamıyor. Türkiye’de çocuklar, nüfusun yaklaşık yüzde
30’unu oluşturdukları halde medyada yer alma oranları yüzde 3, 4
arasında. Öte yandan bunca yıldır çocuk hakları hareketi, insan
hakları savunucuları, sivil toplum, iletişim uzmanları bu konuda
medyayla çalıştığı halde, A.K. konusunda çok çok kötü bir sınav
verildi. Sosyal medyayı bir kenara bırakalım, çünkü oradaki işleyiş
farklı. Fakat ana akım medyayla birlikte muhalif medya da bu konuda
kötü bir sınav verdi.
Nasıl?
Çocuğun görüntüleri yayınlandı, konu yanlış tartışıldı, ismi
verildi. Mesela siz bu söyleşide A.K.’nin ismini açık verecek
misiniz, bilemiyorum ama verirseniz yanlış olur.
Neden?
Çocuğa ilişkin kişisel verileri bu şekilde paylaştığınızda, onu
aynı zamanda koruyabiliyor musunuz? Bakın, tüm bu süreç Özyeğin
Üniversitesi’ndeki bir çalışanın A.K.’yi cinsel şiddet tehdidine
açık bıraktı. Çocuğun ismini, resmini verdiğimizde bu ne işe
yarayacak? Hakikaten, neyin peşindeyiz?
ÇOCUKLUK, YETİŞKİNLİĞİN HAZIRLIK AŞAMASI
DEĞİLDİR
.
Sizce neyin peşindeyiz?
Her anımızı, özellikle de çocuklara ilişkin her tür bilgiyi
kamusal alanda paylaşma konusunda ciddi bir aymazlık var. Neticede
bu süreçte 10 yaşındaki bir çocuğun görüntülerini tüm yetişkinler,
kendi çıkarları için kullandılar. Ayrıca biz çocukluğu,
yetişkinliğe hazırlığın gerçekleştiği geçici bir dönem olarak
görüyoruz. Yetişkinlikten de hayatla, hayattaki sorunlarla
ilgilenme, sorunların çözümü için örgütlenme, inisiyatif alma
sürecini anlıyoruz. Oysa aynı haklara 18 yaş altı insanlar da
sahip. Yani çocukluk, yetişkinliğin hazırlık aşaması değildir.
Çocukluk, kendine has bazı özellikleriyle, sadece gelecekte değil,
şu anda da değeri olan bir dönem…
Greta Thunberg de A.K. ile aynı yaşlardayken iklim krizi
üzerine eylemlere başladı. Thunberg artık tüm dünyada tanınan, Time
dergisine kapak olan, iklim krizine karşı eylemlerin başını çeken,
hemen her gün medyada yer alan bir çocuk. Thunberg çok ciddi bir
destekçi kitlesi olmakla beraber, belli çevreler açısından da bir
nefret objesi. Sağcıların kahir ekseriyeti de “Greta bir çocuk,
eyleme değil okula gitsin” diyor. Thunberg’in ismini,
fotoğraflarını, düşüncelerini yaygınlaştırırken, neden A.K.’ni
isminin baş harfleriyle anıp gizleyelim? Arada nasıl bir fark
var?
Greta Thunberg için “önce okulunu bitirsin” lafı, tam da onun
öncelikle yetişkinliğe hazırlık aşaması olarak görülen çocukluk
evresini bitirmesi beklentisini ifade ediyordu. Oysa Greta,
ebeveynlerinin de doğrudan Greta’yı, onun görüşlerini önceleyen
tutumu sayesinde dünyanın önde gelen iklim aktivistlerinden biri
oldu, pek çok şeyi de başardı. Greta’yla ilgili haber olan şeyler,
onun fikir ve eylemleri. Oysa biz A.K.’nin fikirlerine, taleplerine
değil, onun “büyümüş de küçülmüş”, nesneleştirilmiş, herkesin
kendisi için işlevselleştirmeye çalıştığı haline tanık olduk. Kimse
A.K.’nin gerçek fikirlerini merak etmiyor zaten. Herkes onun
nesneleştirilmiş, özneliği elinden alınmış haliyle ilgili. Bir gün
Gazete Duvar çıkıp A.K. ile örneğin Platon’un Devlet kitabı, yahut
eğitim sistemi veya başka bir mesele üzerine röportaj yaparsa,
gerçekten A.K.’nin fikirlerini merak ederse, işte o zaman A.K.’yi
görmüş oluruz ve bunda bir sakınca da yok. Yetişkinlerin kesinlikle
çocukları bir tahakküm nesnesi olarak görmemesi, onları
düşünceleri, özgürlükleri, potansiyelleri olan varlıklar olarak
kabul etmesi gerekiyor. Yetişkinlerin esas rolü, çocukların kendi
potansiyellerini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi için yardımcı
olmak. Bu “yardımcılıkta” da gözetilecek esas ilke, çocuğun yüksek
yararıdır.
DEVLET DE ÇOCUKLARI KENDİ BEKASI İÇİN İŞLEVSELLEŞTİRMEK
İSTİYOR
Peki devletin çocuğa karşı görev ve sorumlulukları
neler?
Türkiye, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin imzacısı, tarafı.
Dolayısıyla yapması gerekenler son derece net. Devlet hem
çocukların haklarını ihlal etmeyecek, hem ihlalcilere karşı
koruyucu mekanizmalar kuracak, hem de ihlal gerçekleşmişse, çocuğun
yüksek yararı gözetilerek en etkili adalet mekanizmalarını
işletecek, cezasız bırakmayacak. Ayrıca devlet, çocukların hak ve
özgürlüklerinin hayata geçirilmesi için olanaklar sağlamakla
yükümlü. Ama tabii ki bunların hiçbiri olması gerektiği gibi
işlemiyor. Çünkü devlet de çocukları, kendi bekası için
işlevselleştirmek istiyor. Bir dönemin “varlığı vatana armağan
edilen” “Türk vatandaşı” hedefiyle eğitim sistemi de yakın dönemin
“kindar ve dindar nesil” arzusu da, buna işaret ediyor.
Türkiye’nin BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne koyduğu
çekinceler var mı?
Tabii, sözleşmenin anadil ve kültürel haklarla ilgili
maddelerine çekince kondu. Bu çekinceler hala devam ediyor. Ayrıca
1990 yılında, sözleşmenin kabulü ile ilgili TBMM’de yapılan bir
oturumda, milletvekillerin hemen hepsi, “biz bu sözleşmeyi kabul
edersek çocuklar dernek kurabilecekler” diyerek bunu büyük bir
tehlike olarak değerlendirmişler ve bu maddeye de çekince
konulmasını istemişlerdi. Çocukların örgütlenme özgürlükleri
tehlike olarak görülmüştü. Bu konuda değişen çok fazla bir durum
yok. Nitekim Kürt çocukları sokağa çıkmaya, örgütlenmeye
başladıklarında, önce 2004’te Mersin’de iki çocuğun bayrak yaktığı
iddiasıyla hedef haline geldi, sonra da 2006’da Diyarbakır başta
olmak üzere bölgeye yayılan olaylarda. Bu olaylardan sonra TMK’da
değişiklik yapılarak “taş atan çocukların” hapse atılmasının önü
açıldı. Gezi’de de çocukların hem fiziken hem de söylemsel olarak
hedef alındığını gördük.