Faili belli, yükümlüler nerede?

Şaşırmıyoruz. On yıllardır uygulanması gereken düzenlemelerin müjdelenmesine de şaşırmıyoruz. Şiddete uğradığımızı söylediğimizde suçlanmamıza da şaşırmıyoruz. Giydiğimiz kıyafet ya da bulunduğumuz yer ile ilgili sorgulandığımızda da şaşırmıyoruz. Temel hak ve özgürlüklerimizi kullanmaya çalışırken gözaltına alındığımızda da şaşırmıyoruz. Mesele artık öldürülmek bile değil, 92 yaşında tecavüze uğrayıp öldürülmek.

Abone ol

F. Ceren Akçabay*

Samsun’dan gelen haberle bir kez daha sarsıldık. Oysa, 92 yaşındaki bir kadının 23 yaşındaki Aytu Çetin tarafından cinsel saldırıya uğrayıp boğularak öldürüldüğünü daha yeni öğrenmiştik. Görüntüler o sıra sosyal medyada paylaşıldı. Son zamanlarda sıklıkla yaşadığımız gibi, korku ve tiksinti ile tuttuğumuz nefesimiz ciğerimizde düğümlendi kaldı. 6 Mart akşamı İbrahim Zarap isimli erkek sokak ortasında ve kızlarının gözü önünde eski eşini darp ediyordu. Videoda baygın halde olmasına karşın ısrarla İbrahim Zarap tarafından tekmelendiğini gördüğümüz E. M’nin hikayesini daha sonra kız kardeşinden öğrendik:

“Bu ilk olay değil, daha önce de darptan dolayı şikayetçi olmuştuk ve uzaklaştırma aldı, uzaklaştırması bitti… Bazı cezalar verilmediği için bu şiddeti rahat bir şekilde tekrar uyguladı. Daha önceki şikayetlerimizde ceza almadı. Sosyal medyada bu durumu paylaşmak istedim ama ablam istemedi. Ben de kararına saygı duydum. Videodan sonra ben kriz geçirdim ve sosyal medyada paylaşımlar yaptım. Çünkü sosyal medyada gündem olmadan cezasını almıyor.”

Bu tespitlerin ne derece haklı olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Olayın gündeme gelmesinin ardından yetkililer hızla, yine sosyal medya hesapları üzerinden, açıklamalarda bulundu. Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, olay hakkında soruşturma başlatıldığını failin yakalanarak gözaltına alındığını duyurdu. Hukuk gereğini yapacaktı. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk failin en ağır cezayı alması için davaya müdahil olacaklarını yazarken Sağlık Bakanı Fahrettin Koca gelen çağrı üzerine acil ekiplerinin “hastaya” müdahalede bulunduğunu ve hayatî sorunun olmadığını paylaştı. Şiddete maruz bırakılan kadın yaşadığı kafa travmasına rağmen hayattaydı bu sayede Diyanet İşleri Başkanı'nın açıklama yapmasına gerek kalmadı!

BİLDİK VAATLER

Bu açıklamaların ardı ardına yapıldığı saatlerde Kadıköy’de 8 Mart Dünya Emekçi Günü'nü kutlayan kadınlar bir kez daha İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanmasını talep ediyordu. Çünkü sözleşme, mevcut siyasi iktidar tarafından imzalanıp ardından usulüne uygun şekilde yürürlüğe konulsa da; Anayasa’nın amir (uygulanması zorunlu) hükmüne göre yürürlükteki diğer kanunlarla çatışması durumunda dahi esas alınması gereken bir uluslararası insan hakları olsa da, ülkede her gün kadınlar öldürülüyor ve İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanmasının talep edilmesi gerekiyordu. Yaşanmakta olan olaylar karşısında bu talebin haklılığını inkâr etmek mümkün değildi. Buna rağmen, yasal şekilde ve pandemi kurallarına uygun olarak yapılan gösteriden neredeyse bir saat sonra, gösteriye katılan trans aktivist kadınlar orantısız güç kullanılarak gözaltına alındı.

Tesadüf müdür bilinmez, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, aynı gün katıldığı bir etkinlikte “Biz, özgürlük ve hoşgörü gibi kavramların eşcinsellik propagandası için yozlaştırılmasına; bu yolla ailelerimizin ve çocuklarımızın hedef alınmasına kesin olarak karşı çıkıyoruz. Vatandaşlarımızı her türlü aşırılıktan korumak devletin başlıca görevidir” açıklamasında bulunmuştu. Zaten bundan birkaç gün önce açıklanan “İnsan Hakları Eylem Planı”nda nefret söylemi ile mücadele başlığında cinsiyete ve cinsel yönelime dayalı ayrımcı ifadelere yer verilmemişti. Diğer yandan, planda aile içi şiddet ve kadına karşı şiddetle mücadelede yeni önlemler alınacağı belirtilmiş, konuya ilişkin suçlarda kapsamın genişletileceği, cezayı artıran "eşe karşı işlenen suçlar"ın boşanmış eşi de kapsayacağı, tek taraflı ısrarlı takibin ayrı bir suç olarak düzenleneceği, kadın destek birimleri ve özel soruşturma bürolarının yaygınlaştırılacağı, adli yardım hizmetlerinin kolaylaştırılacağı ve tehdit altındaki kadınların daha etkin korunmasını sağlamak için önleyici ve koruyucu kapasitenin artırılacağı söylenmişti.

İstanbul Sözleşmesi'ne hızlıca göz atıldığında, sözleşmenin taraf devletlere yönelik olarak düzenlediği yükümlülüklerin kısa bir özeti olan bu ifadelerin, sözleşmenin imzalanmasının ardından on sene, yürürlüğe girmesinin ardından yedi sene geçmişken, sözleşmenin uygulanması için çıkarılan 6284 sayılı yasa ve ilgili yönetmelik senelerdir ortadayken dile getiriliyor olmasına şaşırabilirdik. Planın kapsamındaki temel insan hakları reformları yüzyıllar önce ortaya konan ve artık birer evrensel etik düzenleme olarak kabul edilen belgelerden oluşmasaydı ya da bu yükümlülükleri içeren Sözleşme ve ilgili düzenlemeler daha temmuz ayında “İnsan Hakları Eylem Planı”nı açıklayan Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bizzat tartışmaya açılmasaydı şaşırırdık.

MESELE ARTIK ÖLÜM DEĞİL

Şaşırmıyoruz. On yıllardır uygulanması gereken düzenlemelerin yeniden müjdelenmesine de şaşırmıyoruz. Şiddete uğradığımızı söylediğimizde suçlanmamıza da şaşırmıyoruz. Giydiğimiz kıyafet ya da bulunduğumuz yer ile ilgili sorgulandığımızda da şaşırmıyoruz. Temel hak ve özgürlüklerimizi kullanmaya çalışırken gözaltına alındığımızda da şaşırmıyoruz. Mesele artık öldürülmek bile değil, 92 yaşında tecavüze uğrayıp öldürülmek. Mesele artık şiddete uğramak değil, sokak ortasında insanların gözü önünde şiddete uğramak. Mesele artık gözaltına alınmak değil, gözaltında işkenceye uğradığınızda dahi ahlaksızlıkla suçlanabilmek. Mesele artık yaşam hakkı ya da diğer temel hak ve özgürlükler değil, tüm bu hakların kökeni olan insan onuru. Ülkede insan haklarının yeniden icadının gerekmesi bu tartışmanın sadece kadınlar ya da LGBTİ bireyler için geçerli olmadığının bir kanıtı olsa da otoriter neoliberal iktidarlar karşısında bu bakımdan en “kırılgan gruplar”dan olduğumuz aşikâr. Eril iktidarı sorgulayanlar, eril şiddete direnenler, geleneksel aile çatısı altında ataerkil pazarlıklarla hayatını sürdürmeyi reddedenler artık makbul görülmüyor ve neredeyse “insan” kategorisinin dışında tutulmaya çalışılıyor. Roma hukukunda olduğu gibi baba/koca otoritesi altında yaşamaya zorlanabiliyor, haklarından bahsedebilmek için, tıpkı 1792 yılında Marry Wollstonecraft’ın yaptığı gibi, onları “gerekçelendirmek” zorunda bırakılabiliyor. Muhafazakâr otoriter söylemin tek vaadi olan geleneksel ailenin tahkimi buna bağlı. Neyse ki, biz ne geleneksel aileye, ne de eril iktidara yabancıyız. Neyse ki bu haklar verilmedi, alındı. Neyse ki biz hiçbir zaman bu hukuki metinlerin sadece nesnesi olmadık.

O nedenle yeniden, olabildiğince basitçe tekrar açıklayalım: Biz kadınlar ve LGBTİ bireyler, uluslararası insan hakları başta olmak üzere, sizlerin iktidarının meşru kaynağı olan anayasa ve kanunlar çerçevesinde birer hak öznesiyiz. Bu hakların başında yaşama hakkı yer aldığı gibi, kökeninde de insan onuru bulunuyor. Uzun mücadelelerin sonucu oluşan, imzacısı bulunduğunuz İstanbul Sözleşmesi, cinsiyete dayalı şiddetin ortadan kaldırılması konusunda sizleri yükümlü kılıyor. Bunun için cinsiyete dayalı şiddetin kökeni oluşturan kültürel ve toplumsal algıları değiştirmek çalışmalar yapmanızı, bütüncül politikalar uygulayarak bizleri bu şiddetten korumanızı, şiddeti önlemenizi ve failleri yargılamanızı emrediyor. En basit anlamıyla dahi hukuktan söz edebilmeniz için bu yükümlülüklere bağlı kalmak ve bizlere yönelik her tür cinsiyete dayalı şiddete bir son vermek zorundasınız. Bu şiddetin kendiliğinden son bulacağını veya bununla yaşamaya alışacağımızı yahut birden ortadan kaybolacağımızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Biz buradayız. Hiçbir yere gitmiyoruz.

*Dr.