Failin ve mağdurun müşterek hikâyesi: Sahipsiz Şeyler

Gökhan Bakar’ın öykü kitabı 'Sahipsiz Şeyler', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. 'Sahipsiz Şeyler', kötülük, suç ve ceza kavramlarına yeni çukurlar kazan bir öyküler toplamı.

Abone ol

İnsan doğuştan mı kötüdür? Öyle mi yaratılmıştır? Yoksa kötülük, vicdan körleşmesinin doğal bir sonucu mudur? İnsan kötülüğü ve kötülüğün kaynağı, yüzyıllarca tartışıldı. Kötülük problemi bağlamında suç ve ceza kavramları da tartışıldı. Bugün, bulunduğumuz noktada tartışılmaya devam ediyor. Her gün cinayetin, tacizin, tecavüzün, istismarın, psikolojik ve fiziksel şiddetin yeni örneklerini görüyor, duyuyor, okuyoruz. Yine her gün, bu olaylara verilen tepkilerdeki çeşitliliği de fark ediyoruz. Herkesin kendine göre bir cezalandırma sisteminin olduğu, evrensel ahlak yasasının ve hukuk kurallarının geçerliliğinin büsbütün sorgulandığı aşikâr. Ki bahsi geçen suçların birçoğunun, bu kişisel cezalandırma sisteminin bir sonucu olduğu da aşikâr.

Bunlarla birlikte, modern zamanlarda meselenin, insanın “kötü” eylemlerini haklı çıkarmaya yönelik bir içeriğe dönüştüğünü gördük. Bu tutum edebi metinlere de yansıdı kuşkusuz. Ahlak felsefesinin öğretileri ve kötülük problemi temeline inşa edilen fikirler, sanat eserlerinde yer buldu kendilerine. Kötü ama haklı kahramanlar gördük. Daha da ileri giderek, kötü ama “özünde iyi” kahramanlar gördüğümüzü de söyleyebilirim. İnsanın çocukluk travmaları, işte bu “özünde iyi” anlayışını desteklemek için kullanıldı, kötü kahramanların “dönüşüm hikâyeleri” anlatıldı. “Kitlesel” merhamet, bu hikâyelere eşlik etti.

Neden bunlardan bahsediyorum? “Doğru yapıyoruz” – “yanlış yapıyoruz” demek için değil elbette. Bir kurmaca evrene, Gökhan Bakar’ın Everest Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı 'Sahipsiz Şeyler'e temas etmek için… Kötülük, suç ve ceza kavramları her edebi metinde farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Bakar’ın kitabı da onlardan biri; meseleye yeni çukurlar kazan bir öyküler toplamı.

VİCDANDA İKİ OYUK: SUÇ VE CEZA

Vicdan ve masumiyet… İkisi de yitirebilir. Canımız yanmışken/yakılmışken ne kadar vicdanlı olabiliyor, vicdanımız körleştiğinde ne kadar masum kalabiliyoruz? Bakar’ın kitabında yer alan on bir öykünün, bu iki dinamik odağında birbirine bağlı ve onların birbirlerini bütünleyerek büyük bir hikâyeye hizmet ettiklerini söylemek mümkün. Bu niteliğiyle bir bulmacayı andırıyor kitap. Her öykü bir ipucu ve her yeni öyküde eksik harfler tamamlanıyor. Bununla birlikte anlatıcılar da değişiyor ve böylece bu çoksesli ortamda öykü kişilerine kendi öykülerini/travmalarını anlatma imkânı sunuluyor. Bir felsefesi olan kitaplardan 'Sahipsiz Şeyler', kendi cezasını kendi kesenler var bu öykülerde.

Sahipsiz Şeyler, Gökhan Bakar, 150 syf., Everest Yayınları, 2021.

Kitabı özel kılan, Bakar’ın madalyonun diğer yüzüne de, belki daha az görünenine değil ama daha az dillendirilenine bakıyor olması. Erkeklerin dünyasını bütün çıplaklığıyla yansıtıyor yazar. Tacizin, psikolojik ve fiziksel şiddetin bu gerçeklik evreninde ne biçimlerde göründüğünü ortaya koyuyor. Yani, “erkeklik meselesi” olanı, “gurur yapılanı”, “susulanı” aktarıyor okuruna. Bu durumun doğal bir sonucu olarak anlatıcıların kullandığı dil de muhtevaya uygun yaratılmış. Öfkeli, yer yer küfre yaslanan, sahici bir dil bu. Öte yandan kitabın tartıştığı meselelere uygun filmlere, kitaplara, düşünürlere de göndermeler yapıyor Bakar. “Masumiyet” filmine, Améry’nin 'Suç ve Kefaretin Ötesinde' kitabına örneğin, yahut faydacılık prensibiyle ahlak felsefesinin öne çıkan isimlerinden Bentham’a. Bilinçli bir okur kitlesine sesleniyor.

Kitabın açılış öyküsü “2018 Kapanı”nda gezinirken klasik bir öykü kitabıyla muhatap olmadığımızı hemen anlıyoruz. Okuru henüz ilk paragrafta sersemleten bir üslubu var Bakar’ın. Şöyle diyor anlatıcı: “Hakan yüzünü kanepe koluna bastırmış hareketsiz yatıyordu. Saçından tutup kaldırdığımda gözlerindeki korkunç manzarayla karşılaştım. Ağlamaktan kırmızı. Dünyası yıkılmıştır kesin. Altında kalmak istemedim. Kahkaha attım.” (s. 9) Altında kalmamak için kahkaha atmak… İlk vicdansızlık pırıltısı. Bu cümleleri kuran Kenan Namir’in, yıllarca ağlayamadığını, gözünden bir damla yaş akıtamadığını biliyoruz. “Vicdansız” görünen Kenan’ın, mevzu çocuğu olduğunda -nihayet- ağlayabildiğini, en sonunda da kendi cenazesinde konuştuğunu okuyoruz; bu konuşmadan sonra ona “vicdansız” etiketi yapıştırmak kolay değil.

Bakar’ın öykülerinde başroller hep erkeklere verilmemiş elbette. Kötülük bir problem olarak kadınların da hayatının orta yerinde. Kitabın ikinci öyküsü “Bir Seninle Konuşuldu Tüm Bunlar”ın Nesrin Hanım’ı örneğin, şiddet gören bir kadın. Uykusunda kaybettiği kocasının ölümünü dört gözle beklemiş, onu kendi elleriyle öldürmeyi de arzulamış bir kadın. Bahsi geçen koca, Umur, zamanında Nesrin Hanım’ı oğluyla birlikte “batakhane”den kurtarmış. Fakat bu “iyilik”, zaman içinde büyüyen bir kötülüğe dönüşmüş. Âşık adam rolü oynayan Umur, hiçbir zaman erkeklik komplekslerinden kurtulamayanların tipik bir örneği. Nesrin Hanım’ın onun hayvan mezarlığına gömülmesini istemesi ise bir kadının âşık olduğu insan tarafından getirildiği vaziyeti ortaya koymakta.

Fichte, vicdanın “yanılmaz” olduğunu ileri sürerken insanın deneyimledikleri sonucunda vicdanını kaybedebileceğini de işaret eder. Kimse doğuştan vicdansız yahut şeytani bir varlık değildir. İnsan, ahlaki değerlere yabancılaştıkça vicdanının sesi de derinlere gömülür. İşte Nesrin Hanım’ın durumu, bundan farksız. Onun vicdanını körleştiren, ona insan öldürmeyi düşündüren şey, dolaysız dürtüleri değil, bizzat deneyimledikleri. Bakar, öykü kişilerinin büyük travmalarını okuruna yansıtıyor, evet. Fakat bir yandan da küçük ayrıntılarla durumun vahametini ortaya koyuyor. Nesrin ve Umur’un ayrı zeytinlere layık görülmesi mesela, iyi bir örnek olacaktır: “Tezgâhta iki zeytin tabağı vardı. Biri eşine özel; az tuzlu ve pahalı olanlardan. Öbürü Nesrin Hanım için, bir yıl boyunca talim edilen çürük çarık zeytinlerle dolu on kiloluk tenekeden.” (s. 17-18)

Bu öyküde Nesrin Hanım, Kenan ve Ayla arasında “ceza” üzerine geçen sohbetin, kitabın ruhunu en iyi yansıtan kısımlardan biri olduğunu da eklemeliyim. Suçluyu toplumdan soyutlamak, ona verilecek en acımasız, en “doğru” ceza mıdır hakikaten?

“Katilin kadının bedenine ve ruhuna kastetmesini takiben toplumdan ayıklanması, sırf onu yok etmiş olmaktan başka ne işe yarıyor? Suçlunun insan dışı varlık olarak kabul edilmesi canavarlarla mücadelenin ötesine taşıyacak mı bizi? Hem çoğu erkek canavarlaşmaktan, öyle anılmaktan, kendilerini inanılmaz kılmaktan rahatsız olmaz. Suçu utandırıcı nedenlere hasretmek çözüm müdür, bilmiyorum, sen de haklısın elbette. Benim aklım karıştı biraz.” (s. 28-29)

HUKUK MANİPÜLASYONDUR

Öykü kişilerinin başına gelenleri fazlaca açık etmeden ve yazarın hazırladığı sürprizleri bozmadan, suç ve ceza odağında birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Kitabın en dikkat çekici öykülerinden “Şeltüküs Vakası”, kitabın bir diğer öyküsü “Ölüm İtalik Değil” ile birlikte okunduğunda bütünleniyor. Bu iki öyküde istismar, intihar, tecavüz, hem psikolojik hem de fiziksel şiddet var. Bu öyküler, suç ve ceza kavramları üzerine en çok düşündüğümüz, öykü kişilerini yargılamaktan kendimizi alamadığımız öyküler. Ki Bakar’ın da attığı düğümlerle bahsi geçen öykülere ayrı bir titizlik gösterdiğini düşünüyorum. “Bir Seninle Konuşuldu Tüm Bunlar” öyküsünden tanıdığımız Âdem ve Neşet arasında yaşananlar, yine Âdem ile kitap boyunca kendini unutturmayan Kenan arasındaki gerilim, öykülerin zeminini oluşturuyor. Yazar, öykü kişilerinin “yaşadıkları” sonucunda “yaşattıklarını”, körleşmiş vicdanlarının sebep olduğu eylemleri bizzat kendilerine itiraf ettiriyor:

“Sana benzeyen birkaç kişiye çeşitli ve haksız acılar yaşattım.” (s. 50)

Bu öykülerin hem suçlusu hem mağduru olan bir kadın var: Hande. Onu “leitmotiv”e dönüşen ve farklı öykülerde karşımıza çıkan cümlesiyle (“Sen benim kalbimi kırdın.”) tanıyoruz. Sırf televizyonda bir erkeği izliyor diye kendisine işkence eden Âdem ile bir ölüye tecavüz etmeyi aklından geçirecek kadar katılaşmış Kenan arasında bir yerde duruyor Hande. Tahammül sınırları çoktan zorlanmış, zamanında erkeğin erkeğe ettiğinin cezası kadınlığına kesilmiş.

“Bir erkeğin diğerine yapmak isteyip yapamadıklarını mı yaşıyoruz diye düşündüm.” (s. 83)

Bu durumda, Hande’nin işkencecisini öldürmesi bir suç mudur? Bir avukat olan Kenan’ın sistemi eleştirdiği sözlerine bakalım:

“Kanunlar yeterli değil. Onların somut olaya aktarım biçimini daha önce yaşanmış bir hadiseyle kıyaslamak ister yargıcın kafası. Burada en keyifli kısmı başlar işin, bir şeyin bir yönde gerçekleştiğine yönelik yargılayanların içinde tam kanaat uyandıracak ilişkiler, nedensellikler. Eksik bırakılmış yanın muazzam hukuk bilgisi ve soyut normlarla doldurulması işi. Hukuk manipülasyondur yani Hande.” (s. 84)

Bir diğer “suç” öyküsü “Masumiyet Kaybı”nda “sapık bir lise öğretmeni” olarak yargılanan Eser’e kulak veriyor okur. Onun masumiyetine inanan tek kişi avukatı Kenan oluyor. Eser’le ilgili bir hükme varamadan yeni hadiseler gelişiyor ve “sapık bir lise öğretmeni Eser” bir anda “katil Eser”e dönüşüyor. Okurun sersemlediği anlardan biri daha. Ortada bir suç var, fakat ceza hakkında fikrimiz yok. Üstelik masumiyet de çoktan kaybedildi.

SUÇA ORTAKLIK – SUÇA TANIKLIK

Sular hiç durulmuyor 'Sahipsiz Şeyler'de. Bakar, gerilim öğesini kimi öykülerinin orta yerine yerleştirmiş; kimilerinde ise aksiyona hizmet eden bir “hazırlayıcı” olarak kullanmış. Sözgelimi “Yer Yatağı” öyküsü, anlatıcı Emir’in, kuzeni Ayhan’ın İsveç’ten gelmesini ve akabinde yaşananları aktardığı bir öykü. “Erkeklik meselesi” yüzünden gerçekleşen bir tartışmaya şahitlik ediyoruz. İki kuzenin çocukluk anıları arasında çıktıkları gezinti, bir vahşetle sonuçlanıyor. Ayhan, hiçbir zaman affetmediği Emir’in gözlerini çıkarıyor. (Bu, onun “kendi” ceza sistemi.) Böylece “Yer Yatağı”, durgun başlayan, diyaloglarla örülü bir metinken hızlıca yükselen tansiyon ile bambaşka bir ritim kazanıyor. Anlatıcı Emir’in olay anında çaresizce ettiği telefonla halasının (Ayhan’ın annesinin) başına gelenler ise “bu hikâyenin gerçek suçlusu kim?” diye sormamıza sebep oluyor. Ve öykünün en dikkat çekici cümlelerinden biri, Ayhan’ın dilinden dökülüyor: “Sevgim de, nefretim de diri sana, anlıyor musun kuzen, anlıyor musun arkadaşım, suçta ortaklık etmeyen, tanıklıktan yana kalan şerefsiz kardeşim, halamın oğlu anlıyor musun?” (s. 64)

“Eşikten Dışarı Adım”, aksiyonun aniliği ve cezalandırma biçimiyle “Yer Yatağı”yla benzerlik göstermekte. Bu öyküde de “erkeklik meselesi” sebep oluyor cinayete, bir sakız yüzünden kurulan “Erkek adam patlatır mı onu ağzında?” cümlesiyle başlıyor her şey. Sonrası hapiste bir baba, istismar, kamyon altında kalan bir kardeş ve eve alınan kutu kutu sakız… Bakar, öykü kişilerini salt iyi yahut salt kötü olarak göstermiyor okuruna. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Erkek yahut kadın, bir öykü kişisinin mağdur olduğundan emin olduğumuz anda suça bulaştığını görüyoruz; bir diğerinin masumiyetine inandığımız anda eşini aldattığını, ortağını kandırdığını, dostuna oyunlar oynadığını öğreniyoruz. Yazar, okurun duygu durumları arasında savrulmasını arzuluyor. “Denize Yüzünü Dönemezsin” öyküsünde mesela, anlatıcı Selim’in aldatma eylemini temellendirdiği şey, oldukça çarpıcı:

“Evet, Filiz’i de aldattım. Bir gün beni aldatırsa ona şiddetle karşılık vermeyeyim, bunun bedeli ağır olmasın ve kolay affedeyim, kimseyi sonsuza kadar kaybetmeyeyim diye.” (s. 95)

Aynı öyküde Jeremy Bentham’ın adı geçmekte. Bentham, insan doğasına hâkim olan iki duygudan bahseder: Haz ve ıstırap. Ahlakı da bu iki duygu üzerinden ele alır. Birey ve toplum adına faydalı olanı esas alarak, kötülüğü de iyiliği de fayda prensibi doğrultusunda yorumlar. Yani Bentham’a göre haz ve ıstırap, iyiliği ve kötülüğü besleyen dinamiklerdir. İyiliğe yönelmek ve kötülükten kaçınmak ise etik açıdan “doğru” olan faydayla ilişkilidir. Hukukta da aynı düzen işlemeli, bir eylemin iyi ve kötü olduğunu belirleyen ölçüt “fayda” olmalıdır. Evrensel ahlak yasalarının çiğnenmesi doğrudan kötülük sayılırken, Bentham’ın fikirlerinin farklı bir düzene işaret ettiği aşikâr. Hukuk Fakültesi mezunu Bakar’ın suç ve cezayı tartıştığı kitabına Bentham’ı dahil etmesi de bir tesadüf değil şüphesiz. Bu odakta bir soru daha düşüyor aklımıza: Bir suçluyu yok etme eylemini, nihayetinde bir insanı öldürmeyi, topluma sağladığı faydaya göre değerlendirmek mümkün mü?

Bakar, günümüzde yaşananlara temas etmeyi de ihmal etmemiş. “Açık Mezar Oturumu” bu anlamda oldukça dikkatli okunması gereken ve uyanık zihinlere hitap eden öykülerden biri. Okurun bakış açısına ve algısına göre -ayrıca yazarın ironik bir üslup tercih etmiş olabileceği de hesaba katılarak- farklı tepkilere ve eleştirilere açık bir metin olduğunu da eklemeliyim. Ki öykünün kurgulanış biçimi, bu düşünsel çeşitliliği birebir yansıtmakta. Bununla birlikte pandemi deneyimimize göndermede bulunan bir ifade yer alıyor kitapta, yine öykülerin muhtevasına uygun bir biçimde -şiddete vurgu yapılarak- kurulmuş:

“İleride defteri okuyanlar bugüne düşülmüş şöyle bir notla karşılaşacaklar: Le sentiment de violence est plus enivrant que l’alcool et plus contagieux que corona. Hemen altında Türkçe çevirisi: Şiddet hissi alkolden daha sarhoş edici, koronadan daha bulaşıcıdır.” (s. 110)

Cesur bir anlatıcının muhatabı olmak, her zaman zordur. Bizi kurgu bir evrene değil de gerçeğin ta kendisine davet eden anlatıcıya eşlik etmek, onu tüm karanlık yanlarıyla tanımayı kabul etmek, onun açık yaralarında kendi yaralarımızı görmeyi göze almak, zaman alır. İlk cümleler, ilk sayfalar bu nedenle önemlidir. Anlatının başında yakalandıysak bu hisse, teslim olmamız kolaylaşır. Bakar, okurunu henüz ilk öyküsüyle davet ediyor karanlığa. 'Sahipsiz Şeyler', tahammül sınırlarını zorluyor okurunun, onu gözlerini açmaya ikna ediyor.

Suça ortak mıyız yoksa yalnızca suçun tanığı mı?