Geçtiğimiz hafta, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Para
Politikaları Kurulu toplantısı sonrasında politika faizini yüzde
7.5 artırarak, yüzde 25’e çıkardı. Böylelikle TCMB geçmiş faiz
artışlarından çok daha yüksek oranlı bir faiz artırımına gitmiş
oldu. Ancak faizler reel olarak halen negatifte ve önümüzdeki
dönemde daha da yüksek bir negatif faiz oluşabilir. Bu yazıda, faiz
artışının etkilerini, AKP’nin yeni rotası bağlamında ele
alacağım.
TCMB FAİZ KARARI
PPK açıklamasında faiz artımını güçlü iç talebi kırmak amacıyla
gerçekleştirdiğini belirtmiş. Bunun anlamını biliyoruz. İç talebin
baskılanması, tüketim ve yatırım harcamalarının sınırlanmasıyla
gerçekleşebilir. Yani iyi ihtimalle bir ekonomik durgunlukla, kötü
ihtimalle bir ekonomik krizle sonuçlanacak bir sürecin başındayız.
Her iki ihtimalin de ortak paydası, işsizliğin artması
olacaktır.
PPK açıklamasındaki ikinci önemli
vurgu, finansal sistem üzerindeki düzenlemelerin aşamalı olarak
kaldırılacağı bir sadeleştirme sürecinin devam edeceği yönünde.
Bundan, geçtiğimiz haftalarda Kur Korumalı Mevduat (KKM)
uygulamasının sınırlanması için alınan kararların devamının
geleceğini anlayabiliriz. Ancak reel pozitif faiz vermeden, ki bu
sert bir ekonomik kriz anlamına gelir, KKM’nin bir anda tasfiye
edilmesi epey zor. Hatta, KKM’nin tasfiyesi, Döviz Tevdiat
Hesaplarının fırlaması, yani döviz talebinin bir anda artması
anlamına gelecektir ki bu en iyi ihtimalle yeni bir döviz şoku
anlamına gelir. Bu nedenle, ekonomi yönetiminin KKM konusunda
oldukça ihtiyatlı davrandığını görüyoruz.
Bu iki vurgu yanında, önceki dönemden kalan bir vurgu olarak,
cari işlemler hesabındaki iyileşmelerin fiyat istikrarına katkıda
bulunacağı yönündeki beklentilere yer verilmiş. Buna göre cari
işlemler açığının azalması TL’deki değersizleşme baskısını
azaltacak ve zamanla TL’deki istikrarın sağlanmasına yardımcı
olacaktır. Bu yaklaşıma göre, TL’deki istikrar ise, enflasyonu
sınırlamanın temel yoludur.
PPK açıklamasındaki bu üç önemli vurgu tek bir doğrultuyu işaret
ediyor: Önümüzdeki dönemde ekonomi yavaşlayacak ve bu yüksek
enflasyon ortamında gerçekleşecek. Yani stagflasyon olarak
adlandırılan bir durumla (durgunluk içinde yüksek enflasyonla)
karşı karşıya kalacağız. Tıpkı 2018-2019 krizi sırasında olduğu
gibi.
‘İÇ TALEBİ KIS, İHRACATI DESTEKLE’
Geçtiğimiz haftalarda, AKP’nin yeni rotasının iç talebin
kısılmak ve ekonomik büyümenin ihracat kanalıyla sağlanmasını
teşvik etmek olduğu yazmıştım. Yapılan yüksek oranlı
vergi artışları ve diğer maliye politikası önlemleri bu doğrultuda
atılmış adımlar olarak görülebilir. Son yapılan faiz artışı da, bu
rotada ilerlendiğini gösteriyor.
Zira faiz artışının getireceği iç talepteki sınırlamayı
dengelemek için büyümeyi ihracat ile destekleme adımları hemen TCMB
kararından sonra geldi. Türkiye İhracatçılar Meclisi ile 11
bankanın katılımıyla oluşturulan yeni "Vade(SİZ) İhracat Kredi
Paketi", ihracatçıların faiz artışlarından daha az etkilenmesi
amaçlandı.
YENİ ROTA’NIN ÇELİŞKİLERİ
Büyümenin kaynaklarını iç talepten dış talebe kaydırmak ve bunu
üretim yapısında bir değişikliğe gitmeden kısa sürede yapmak, ancak
yerli paranın değersizleşmesiyle ve ihracat pazarlarında büyümenin
sürmesiyle mümkün. Hemen fark edileceği gibi ekonomi politikasında
bu konuda çelişkiler var. Zira TCMB’nin faiz artışı yaptığı hafta
rezerv satışlarının sürdüğünü ve bu nedenle TL’nin değerlendiğini
gördük.
Ancak TL’nin değerlenmesi ve ihracat pazarlarındaki durgunluk,
iktidarın yeni rotasının tam tersi yönde sonuçlar doğurması
ihtimaline yol açabilir. Özellikle Eylül toplantısında yüklü faiz
artışlarının gelmesi durumunda, TCMB rezerv biriktirme stratejisine
ara verip TL’nin değerlenmesine izin verirse, daralan iç talep ve
gerileyen ihracatla eksiksiz bir ekonomik kriz ve hızla yükselen
işsizlikle karşılaşabiliriz.
Rota konusundaki çelişkilere ek olarak, faiz artışının
sermaye-içi farklılaşan çıkarlar açısından da önümüzdeki dönemde
ekonomi yönetimi için sorunlar yaratacağını öngörebiliriz. Her ne
kadar Cevdet Yılmaz, farklı sermaye fraksiyonlarıyla yaptığı
toplantılarla bu kesimlerin farklılaşan çıkarlarını bağdaştırmaya
çalışsa da, konu eninde sonunda iflaslara ve bazı kesimlerin
piyasadan elenmesine gelince, bu çabaların bir işe yaramayacağını
biliyoruz.
Kısacası, faiz artışının dayandığı sınıfsal taban oldukça
dardır. İlginç bir şekilde faiz artışı için iktidara gerekli olan
toplumsal meşruiyeti, muhalefetteki liberal kalemler ve sosyal
medya iktisatçıları sağlamaktadır. Bir başka ifadeyle, Altılı Masa
muhalefeti bu konuda iktidarla bütünleşmiştir.
BİRİKİM/BÜYÜME MODELİ KRİZİ
Tüm bu çelişkiler ve para politikasındaki zikzaklar, Türkiye
kapitalizminin, daha somut olarak da birikim/büyüme modeli krizinin
semptomları olarak görülebilir. 2021’deki para politikası deneyi,
tıkanan daha önceki bağımlı finansallaşma modeline bir çözüm olarak
hayata geçen bir denemeydi. Şimdi ise, iç talebi daraltarak
enflasyonu kontrol altına almaya çalışan ancak bunu ihracata dönük
bir birikim/büyüme modelinin parçası olarak formüle etmeyen bir
yaklaşımla karşı karşıyayız. Bu gidişat bizi krizin ‘sıfır
noktasına’ geri götürebilir.
TEPAV’ın İstihdam İzleme Bülteni’nde belirtildiği gibi, mayıs ayında
sigortalı çalışan sayısı yıllık 765 bin kişi azalmış durumda. Her
ne kadar bu veride depremin etkileri olsa da, ekonominin istihdam
yaratma kapasitesinin sınırlanmaya başladığı görülüyor. Tekstil
Ürünleri İmalatı sektörünün de en hızlı daralanlar arasında
olduğunu not edersek, yaklaşan ekonomik durgunluğun etkilerini
şimdiden tahmin edebiliriz.
Geçtiğimiz haftalarda dikkat çektiğim hayat pahalılığı krizi ve
bunun sınıfsal dinamikleri dikkate alındığında, gerek 2021
sonrasındaki para politikası deneyinin gerekse günümüzdeki faiz
artışı ile iç talebi sınırlama politikasının, çalışanlar açısından
olumlu bir yanı yok. Bunun karşısında süper-kârlar sektörel olarak
değişse de halen devam ediyor.
Eylül ayı, hem bir sonraki faiz kararının doğrultusu, hem de pek
çok kesimin görüşleri alınarak hazırlanan ve bir çeşit yeni
hegemonya projesi olarak formüle edilen Orta Vadeli Program’ın ilan
edilmesi açısından kritik olacak.