Türkiye’deki liberal muhalefet -acıklı bir şekilde- ‘tek adam rejimine karşı’ denge ve denetleme unsuru olabileceği beklentisi ile bir IMF programından medet umadursun, ekonomi yönetimi döviz krizini fırsata çevirerek, ihracat patlamasına dayanan yeni bir iş çevriminin başlamasını umuyor.
Önceki yazılarda, Merkez Bankası'nın faiz artışı yapıp
yapmamasının sadece teknik bir karar olmadığının altını çizmeye
çalıştım. Döviz-faiz kıskacına
sıkıştırılmış Türkiye ekonomisinin bir birikim rejimi krizi, yani
yapısal bir kriz yaşadığını, ekonomi politikasındaki kilitlenmenin
bunun bir görünümü olduğunu ve faiz konusundaki tartışmayı bu
çerçevede ele almak gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda, mevcut
kriz koşullarında ekonomi yönetimin önündeki seçenekleri ve bu
seçeneklerin olası sonuçlarını geçtiğimiz hafta değerlendirmiştim. Bu yazıda
konuyu, neoliberal popülizmin krizi bağlamında açıklayacağım.
'ŞOK FAİZ ARTIŞI' KOROSU
Günümüzde ‘muhalif ama hegemonik’ pozisyonda olan ana akım
iktisatçıların önerilerini artık işitmeyen, hatta ezberlemeyen
kalmamıştır sanıyorum: Enflasyonu ve kuru kontrol altına almak için
en az 5 puanlık (uluslararası yorumcular 10 puanlık bir faiz
şokundan bahsediyor) bir faiz artışı ve sonrasında bir istikrar
programı eşliğinde yapısal reformların uygulanması. Yapısal
reformların içeriğine girmiyorum ama emek karşıtı bir ekonomik
programdan bahsedildiğini belirteyim.
Yani faiz artışı eşliğinde önerilen formül, 2001-2013 arasında
uygulanmış ve iflas etmiş olan programa dönüş anlamına geliyor.
Geçen hafta Daron Acemoğlu bunu veciz bir
şekilde ifade etti. Acemoğlu’na göre krizin çözümü 2002-2006
arasındaki altın çağa, yani ‘iyi AKP’ye ve IMF programına
dönüşte!
İDEOLOJİK TERCİH Mİ?
Ekonomi yönetimi ise, döviz krizine rağmen bir türlü güçlü bir
faiz artışının odakta olduğu bir ekonomik program ortaya koymuş
değil. Ana akım iktisatçılar, bu duruma anlam veremediklerinden
olsa gerek, genellikle ‘ekonominin kendine has kurallarını
bilmeyen’ bir yönetim ile muhatap olduğumuzu dile getirtiyorlar.
Daha da ilginci, eleştirel/sol yorumcuların bazıları da bu ana akım
koroya katılarak, ekonomi yönetimini piyasa ekonomisinin
kurallarına uymamakla eleştirebiliyor.
Hatta, Cumhurbaşkanının ideolojik tercihleri nedeniyle faize
karşı olduğu ise, şaşırtıcı derece yaygın bir görüş halini almış
durumda. Herhalde, düşünce geleneği açısından aktör-yapı
bağlantısının bu kadar koptuğu ve aktör yönelimli açıklamaların bu
derece başat hale geldiği bir döneme az rastlanır.
MAKAS DEĞİŞTİREN FİNANSALLAŞMA
Türkiye ekonomisinde 2001-2013 arasında döviz kurlarında göreli
bir istikrar yaşanmıştır. Bu göreli istikrar sonucunda TL’nin
değerlenmesi ve TL üzerinden yürüyen finansal derinleşme ile
yoksulların finansal sisteme entegre edilmesi; sosyal içerilme
mekanizması kadar neoliberal popülizm modelinin
temel sütunlarından birini oluşturuyordu.
2001-2013 dönemi içinde, özellikle de küresel finansal kriz
sonrasında yani, 2010-2013 döneminde, merkez kapitalist ülkelerin
krizden çıkmak için uyguladıkları ekonomi politikaları sayesinde
oluşan özel uluslararası konjonktür sayesinde, TL’deki göreli
istikrar korunurken, faizlerin düşürülebilmesi mümkün olmuştu.
2001-2018 dönemini ekonomi politikaları açısından daha önce
şurada değerlendirdiğim için
fazla detaya girmiyorum.
Kısacası günümüzdeki sorunları anlayabilmemiz için dönüm noktası
2013’tür. Hanehalkı borçlanmasındaki artış hızı durmuş, özellikle
de en yoksulların borçlandırılmasına neden olan finansal içerilme
2013 sonrasında tıkanmıştır. Bu aynı zamanda, 2002-2013 arası,
AKP’ye iktidar nimetlerini şaşmaz biçimde sunan, siyasal ve
iktisadi bir model olan neoliberal popülizmin krizinin başlangıcı
anlamına gelir.
Buraya kadarki kısma, bugüne kadar genel hatlarıyla değinmiştim.
Neoliberal popülizmin krizinin bileşenlerinden biri hanehalkının
finansal içerilmesinin krizi idi. Buna ek olarak firma borçlarını
da yeni bir kriz dinamiği olarak eklemeliyiz. Bu bağlamda,
Türkiye’de finansallaşmanın 2008 krizi sonrasında bir kere daha
makas değiştirdiğini ileri sürebiliriz.
2008 krizi sonrası aşırı bollaşan sermaye girişlerinden
yararlanmak için, dönemin hükümetinin 2009’da yaptığı değişiklikle
yerli firmaların dövizle borçlanmasının serbestleştirildiği, hatta
bu yolun teşvik edildiği bir döneme girildi. Bu anlamda, 2008-9
küresel finansal krizin negatif etkisinden hızlıca çıkmak için
atılan firmalar için dövizle borçlanmanın serbestleştirilmesi
adımı, on yıl sonra neoliberal popülizmin krizinin derinleşmesinde
en önemli katalizör haline gelmiştir.
ANKARA'NIN OLASI ÇIKIŞ SENARYOSU
Türkiye’deki liberal muhalefet -acıklı bir şekilde- ‘tek adam
rejimine karşı’ denge ve denetleme unsuru olabileceği beklentisi
ile bir IMF programından medet umadursun, ekonomi yönetimi döviz
krizini fırsata çevirerek, ihracat patlamasına dayanan yeni bir iş
çevriminin başlamasını umuyor. Ama bunun için öncelikle iktidarda
kalmayı başarması gerekecek. Özellikle KOBİ kredilerinin
ucuzlatılmasına yönelik alınan yeni ek tedbirler, bu kesimin
iktidar açısından siyaseten ne kadar önemli olduğunu bir kere daha
ortaya koydu.
Ancak mevcut sorunlar, Türkiye ihraç pazarları için ucuz emek
cenneti haline gelse dahi, bu kadar kolay aşılabilecek düzeyi aşmış
durumda. 2008 krizi sonrasında yükselen piyasaların genelini
düşünürsek, banka dışı sektörlerin dolarla borçlanması, kriz
öncesine göre iki katına çıktı. Türkiye’de
finansallaşmanın makas değiştirmesi sonrası reel sektörün döviz
borcu, kur şokunun kazasız belasız atlatılabilmesini engelleyecek
düzeyde.
Her şey Ankara’nın istediği gibi gitse dahi, önümüzde ya sert
bir ekonomik daralma ya da stagflasyon seçenekleri var. Ek olarak,
ağustos ayına ait açıklanan PMI verileri, Türkiye ekonomisinin
çoktan daralmaya doğru ilerlediğini gösteriyor. Birikim rejiminin
krizde olduğu dönemlerde yaşanan ekonomik daralmaların etkilerinin
sadece ekonomik alanla sınırlı olmayacağı da bir sır değil. O
nedenle Ankara’nın çıkış senaryosunda henüz tünelin ucunda bir ışık
belirmedi.
YAPI-AKTÖR TARTIŞMASI VE FAİZ KARARI
Kısacası, Türkiye’de olan biteni anlama çabasını, aktör ile
sınırlamak, aktörün yönelimleri, inançları ve tercihleri ile
yetinmek, sadece siyaseti değil, ekonomide yaşanan gelişmeleri de
anlamamızı zorlaştırıyor. Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın On
Sekiz Brumaire’i kitabının girişinde belirttiği perspektif,
burada işimizi kolaylaştırabilir:
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe
kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca
önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda
yaparlar.”
Konumuz bağlamında bunun anlamı şudur: Krize müdahale
seçenekleri ve bu bağlamda faiz kararı, Cumhurbaşkanının
kişisel/ideolojik tercihlerine indirgenemez. Onun tercihlerini de
belirleyen, geçmişten devralınan yapısal koşullardır.
13 EYLÜL'DE NE OLUR?
Yukarıda işaret ettiğim eğilimlerden, ekonomi yönetiminin bir
daha faiz artışına yönelemeyeceği anlamı çıkmamalı. Zaten bayramdan
önceki hafta örtülü faiz artışı yapıldı.
Geçtiğimiz hafta, Arjantin Merkez Bankası'nın tek seferde 15 puan
birden yaptığı faiz artışı sonrasında Türkiye’deki ekonomi yönetimi
üzerindeki baskının daha da arttığı aşikar. Aşağıdaki grafikte
görüldüğü gibi, 3 Eylül Pazartesi günü açıklanan rakamlara göre,
tüketici fiyat endeksi ağustos ayında yıllık yüzde 17.9 seviyesine
çıkmış durumda. Bunun üzerine Merkez Bankası'ndan gelen açıklamaya göre 13 Eylül’deki
toplantısında ‘parasal duruş yeniden şekillendirilecek’.
.
Bu ortamda, 13 Eylül’deki TCMB, Para Politikası Kurulu
toplantısında ılımlı bir faiz artışı çıkabilir. Zira Türkiye
ekonomisi, halen büyüyebilmek için yabancı sermaye girişine bağımlı
bir ekonomi. Eğer ılımlı faiz artışı yerine, bir şok faiz artışı
gerçekleşirse, bu gelişme bize, mevcut yönetimin iktidarda
kalabilme koşullarının radikal bir şekilde değiştiğini
gösterir.