ABD’li sanat eleştirmeni Peter Schjeldahl, son dönem sanat piyasasını en iyi anlatan ve bu alanda en iyi popüler kitaplardan olan “Sanat Dünyasında Yedi Gün” kitabının yazarı Sarah Thornton’a “İyi bir eleştirmen olmak için her hafta yeni bir düşman edinebilmen ve arkadaş olabileceğin insanların hiç bitmemesi gerekir. Bu ülkede bunlar Los Angeles ve New York’ta olur. Yoksa sürekli taşınmak zorunda kalırsın,” diye anlatır eleştirmenliğin dünyasını. Bu düşman edinme durumunun Türkiye ayağına baktığımızda işler iyice karmaşıklaşır. İstanbul’da toplanmış ülkenin nüfusuna göre oldukça küçük sayılabilecek sanat dünyasında iş ile arkadaşlık ilişkileri artık ayırt edilemeyecek şekilde iç içe geçmiş durumdadır ve bırakın birine, birinin arkadaşına eleştiri getirdiğinizde bir küçük cemaati karşınızda bulabilirsiniz. EK (Eleştirel Kültür) Dergi’nin çıkışları dışında da kabul edelim, son dönem yazarlar Türkiye sanat piyasasında açık açık sert eleştiriler yapmayı çok tercih etmiyor. Kültürümüzde de zaten geri bildirim konusu yerleşik olmadığından bırakın pozitif/negatif eleştiri yapmayı, o galerilerin, müzelerin sahiplerini, PR'cılarını kişisel olarak tanımadıkça isterseniz her gün nitelikli eleştiri yazın, sergilere bile davet edilmeniz zordur İstanbul sanat piyasasında.
HERKESİN PORTFÖYÜNE BAKTIK AMA YİNE DE KENDİ ARKADAŞLARIMIZI SEÇTİK
İsterse kimse seni açılışına, basın toplantısına çağırmasın, hiçbir yayın sana alan vermesin, o galerinin kapısından kendin girip kendi blogunu açıp yine istediğini yazabilirsin. Sanat yazarlığı belirli ülkelerde çok prestijli olmasına rağmen, iş ücret konusuna geldiğinde dünyanın en önemli sanat yayınlardan Artforum bile acayip prestijli üniversitelerden mezun zehir gibi genç yazarları parasız çalıştırır. Türkiye’de sanat yazarlarına telif konusu ise apayrı bir dert faslı; onu açıp bugünü kilitlemeyelim... Yazarlar seslerini bir şekilde duyurup mali konularla sıkışırken, sanatı üreten taraf olan sanatçı bu ülkede hiç duyulamama, görülememe, sergilenememe konusundan mustariptir. Artık piyasaya dahil olan herkesin bildiği, konuştuğu bir gerçek, İngilizcede kullanılan bir tabirle odadaki fil olarak, bir sanatçı olarak tanıdığın yoksa, “ekürisizsen” sana geçmiş olsun canım, evine dön kuralı işler çoğu zaman İstanbul piyasasında. 21'inci yüzyılda networking dediğimiz tanıdık edinmenin gücünü ve gerçekliğini göz ardı etmek değil burada amaç. İster simit sat, ister kurumsal bir şirkette çalış, ister sanatçı ol, selamlaştığın, seni ayrıca seven, kollayacak birilerinin olması lazım işine devam edebilmen için. Diğer yandan network edinmek dediğin konseptte, aslında kendi konfor alanından çıkıp kendini hiç tanımadığın sulara atıp yeni tanıdıklar da edinirsin ki, çevren, vizyonun genişlesin. İşte tam burada bizim sanat piyasasında bir yanlış anlaşılma olduğu kesin...
Konuyu bilmeyenlere özetlemek, bilenlere bildiklerini bu sefer Whatsapp grupları, galerilerin pek kimsenin seni duymayacağı köşelerinde fısıldamak yerine yazıya dökmek gerekirse, İstanbul sanat piyasasında genel anlayış, “Sadece tanıdıklarımı seçerim, öne çıkartırımcılık”tır. (Elbet istisnalar var; fakat bilirsiniz, kaideyi bozmazlar.) Örneğin bir küratörsen konu ne olursan olsun sergiye, bienale, tanıdığın ve her zaman takıldığın sanatçı arkadaşlarını konumlandırırsın. Senin o kadar yetenekli, o kadar üretken arkadaşların vardır ki, 80 küsur milyonluk ülkede her konuda bir o 5-10 kişinin söyleyecek sözü olur. Başka kim ne üretim yapmış, yeni sanatçılar kimlermiş bakmazsın. Ya da bir galeriysen, vakıfsan genç sanatçıları keşfetmek için sergi, residency çağrıları yaparsın, hop bir bakmışız, zaten 10 yıl piyasada olan, yeniliğe dair nesi var anlayamadığımız ya da son dönemde sıfır üretimini gördüğümüz ama birinin tanıdığı olan dostlarını dahil edivermişsin programına. Program için her portföye baktık, farklı şehirler gezdik, sıkı araştırdık diye duyuru yaparsın ama program çıktığında herkesin bildiği sanatçılar yer alır. E hani gezmiştin, bakmıştın? Herkes mi yeteneksizmiş? Anlamadık...
SANATI PAZARLAMASAK DA MI SAKLASAK?
Anlasak da anlamasak da, her hareketlerini beğenmesek de diğer yandan İstanbul sanat piyasasını bu insanlar yürütür. Şartlar zor, devlet desteği çok çok az hatta ekstra vergi yükleri varken, yatırımcı, koleksiyoner sayısı kısıtlıyken bu ülkede çağdaş sanat işi yürütüyor olmak bir babayiğit harcıdır, o kesin. Bu bahsedilen organizasyonlardaki sanatçılara ise laf meclisten dışarıdır; çünkü doğal olarak herkes üretimini paylaşmak, sergilemek ister. (Ben dahil) herkes Mecidiyeköy’de galerisi olan sanat simsarını eleştirir ama herkes Mecidiyeköy’deki galerinin karma sergisinde yer almak ister. Çünkü bu işler böyledir; Mecidiyeköy’deki galeri, çağdaş sanatın artık bir pazarlama şovuna döndüğünü anlamıştır (Bakınız; eline zinhar boya fırçası ya da herhangi bir materyal almayan, işlerini tamamen asistanlarına yaptıran “marka” milyoner sanatçılar Jeff Koons, Damien Hirst) ve sergilerini ona göre duyurur. Bu galerinin koleksiyoner portföyü geniştir ama çok affedersiniz fakirlere de reklam yapar ki gelsinler, resimlerini çeksinler (!), sergi konuşulsun, köpürsün, ilgi artsın ve artan marka değeriyle fiyat da artsın. Basit matematik bir yerde. Genel resme baktığımızda, şu an dünya sanat piyasası pazarlama üzerinden yürümekte. Bu resim şahsen hoşuma gitmese de, diğer yandan Türkiye sanat piyasasının farklı sebeplerle tanınmaya, pazarlanmaya ve büyümeye ihtiyacı olduğunu düşünmekteyim. Sanata, özellikle de çağdaş sanata uzak ve paranın sürekli el değiştirdiği bir toplum olarak daha fazla insanın sergileri duyması bir zaman kaybı değil, daha fazla potansiyel pazar dolayısıyla da daha çok sayıda sanatçıya alan yaratır. Koleksiyoner 40 bin liraya galeriden ünlü sanatçısını alır, hayatında sanat galerilerini yeni duymuş, hoşuna gitmiş beyaz yaka da 500-1000 liraya genç bir sanatçının işini alır, piyasaya o genç sanatçı da dahil olur.
FAKİR GÖZLER SANATIMA DEĞMESİN
Gelelim son bir haftadır konuştuğumuz, dedikodularını yaptığımız (!) zurnanın zırt dediği yere... Contemporary Istanbul’un yeni Direktörü Fransız küratör Anissa Touati, bir gazeteye Türkiye’nin yurt dışında kötü imajını silecek Türkiye ile uluslararası sanat dünyası arasında sağlam köprüler kuracağına dair bir röportaj vermiş. Röportajında görevi almadan önce Türkiye ile ilgili hiçbir fikri olmadığını da belirtmiş. Birinin bir ülkeyle ilgili hiçbir fikri olmadan gelip o ülkeyle ilgili yüksek tondan ahkam kesmesi, bizim için alışılmadık bir şey değil hani...
Touati’nin haklı olduğu konular, iyi bir CV’si, kuvvetli bir sanat bilgisi olabilir ama bu “Siz Ortadoğululara bir el vereyim, bu arada da çıt çıkmasın,” tavrı pek bir köprü kurmuyor şu etapta. Hemen bir örnek verelim; Touati, Türkiye’deki sanat profesyonelleri için “Dırdırı, kıskançlığı ve dedikoduyu bıraksınlar ve çalışsınlar,” demiş. Herhalde bugün çağdaş sanat piyasasının merkezleri New York, Los Angeles ve Londra olduğu için Fransız küratör dedikodunun, spekülasyonun tüm uluslararası piyasa analizlerinde bahsedildiği üzere, piyasanın bir parçası olduğu gerçeğinden uzak kalmış. Yukarıda bizim piyasanın çalışma şekli ile ilgili birçok sıkıntı sayıp döktüm, kimse sütten çıkma ak kaşık değil. Bununla beraber, fuar direktörünün söyleminin tepeden bakan tonu sebebiyle İstanbul piyasasının ne kadar objektif ve karşılaştırılmalı değerlendirildiği, hatta yerel sanatı ne kadar benimsediği konuları soru işareti yaratıyor.
Bu gözler bu şehirde aynı anda yapılan ARTINTERNATIONAL ve Contemporary Istanbul’ları ve bu bereketli dönemde Türkiye’ye gelen yabancı galerileri gördü. Umuyoruz CI Direktörü bu sene o köprüleri kurmak üzere eskisi gibi, yabancı galerileri ve koleksiyonerleri fuara çekebilir. Çünkü fuarın son birkaç yıldır kendi aramızda top çevirme olduğunun farkındayız hepimiz. Anissa Touati, Türkiye’nin kültürünü anlamak için “en ücra köylere ve kasabalara” gitmiş, ama gelen duyumlara göre birçok galeriyi, atölyeyi atlamış (en azından uğradığı belirli galerilerin Touati’nin işbirliğinden memnun olduğunu belirttiğini not edeyim) ve hatta röportajda “isim hafızası olmadığı” için Türk sanatçıları hatırlayamamış; sayılabilen sanatçılar arasında da zaten uluslararası platformlarda isimlerini duyurmuş Güneş Terkol, Gülsün Karamustafa var. İnsan büyük umutlarla doluyor (!)...
Son olarak Touati, fuara katılım için galerilere dayatılan inanılmaz yüksek metrekare fiyatlarına kendi konusu olmadığı için değinmemiş ama diğer yandan 75 liralık bilet fiyatlarını az bulmuş. Ben size kısa yoldan anlatayım, fakirler öyle fotoğraf çekmeye filan gelmesin, bakıcı değil, alıcı istiyoruz demiş. Toplamda kaç ziyaretçi bulur, fuar o fakirlersiz ne kadar bilet parası kazanır bilemiyorum. Röportajı yapan kişi de bu şahane yemeğe tuz biber ekmiş, fuara bloggerlar çok da gelmesin uyarısının yanı sıra “Yıl boyu ne sergi ne de müze gezenler, sırf şehirde bir etkinlik var diye fuara gelmeyin ne olur!“ demiş ve hatta fuarı fakirlerin gelemeyeceği uzak bir yerde yaparak “gerçek kitle”yi ortaya çıkarmayı önermiş.
Özetle, uluslararası piyasaya hakim olan kitlesel pazarlamaya gerek yok, biz oyunumuzu aramızda oynarız deniyor. Bu arada Fransız küratörle aynı amaçla olmadığını düşünsem de, dostlarını kendine pek yakın sanat piyasamız başka oyunculara, sanatçılara yer açma konusunda anlattığım üzere genel olarak muhafazakar davranınca körler sağırlar dar alanda kısa paslaşmış oluyor.
Elimizde başka bir röportaj olmadığı, CI ekibinden de bir açıklama gelmediği için fuar öncesi piyasayı geren bu açıklamalar bir PR ya da çeviri kazası mı, yoksa Touati’nin hakikaten tavrı bu mudur, fuarın önümüze sunacağı çizgi ile göreceğiz. Yeni yetenekli sanatçılara, hevesli küçük alıcılara kapıların açılması, piyasanın genişlemesi, oyuncuların çoğalması, pazarın büyüyüp daha nitelikli tartışmalara sahne olması dileğiyle.
Türk sanat piyasası son dönem gıybetini okudunuz… Şimdi yeni dostlarıma, düşmanlarıma haber salın!