“Siyasi hayatım boyunca ne aldanan oldum ne aldatan oldum.”
Böyle dedi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Aldanma?
Aldatma?
Derdim bu nutkun analizi değil, daha önce kendisinin
aldandığını, tüm milletin aldatıldığını söylediğini hatırlatmak da
değil; “aldatma”nın siyasetteki, Türkiye siyasetindeki yerine dair
bir anlama çabası.
Her şeyin “büyük aldatı” etrafında şekillendiği günlerdeyiz.
Büyük aldatı, büyük aldatıcı, büyük ihanet. 15 Temmuz 2016,
tankların sokaklara uçakların semalara çıkıp ateş kustuğu meşum
gece, darbecilerin durdurulmasından sonra “büyük aldatıcı”nın
foyasının kesinleştiği tarih oldu. Gülen ve cemaati, sayısız alkış
ve kargış arasında 12 Eylül öncesinden 15 Temmuz’a kadar hep
tartışıldı; o lanetli gün isimle ilgili resmi durumun kesinleştiği
ilan olundu: Yalan, aldatma, şaşırtma ve kandırma ile var doğmuş,
büyümüş müthiş bir tehlikeli yapı. Bir terör örgütü. FETÖ. Büyük
aldatıcı, temiz inanışlı Müslümanları, Müslümanların meşru politik
arzu ve hedeflerine ulaşması için canla başla çalışan
siyasetçileri, devleti, toplumu, herkesi aldatmıştı. Haindi.
Düşmandı. İşte nihayet kan da dökmüştü.
ESKİDEN 'ZENCİ'YDİ ŞİMDİ BEMBEYAZ
Gülen cemaatini 1980 ve 90’larda sistem için tehdit olarak
algılayanlar, aynı şeyleri çok söylemişti: Bunlar, yalan, aldatma,
şaşırtma ve kandırma (bir zamanlar takiye lafı vardı) ile sistemi
dönüştürmek (rejimi yıkmak, İslamileştirmek, şeriat devleti kurmak
vs) istiyorlar. Benzer tartışmaların bir başka ekseninden, Milli
Görüş’ten koparak 2000’lerin başında oluşan, 2002’de iktidara gelen
AK Parti, cemaate yönelik ithamları, İslam’a karşı genel
dışlama-yabancılaştırma-sistemden uzak tutma tavrının bir tezahürü
saydı. İftira, din (İslam) düşmanlığı (sonradan İslamofobi lafı
icat oldu), ayrımcılıktı yapılan. Cemaat de “Türkiye’nin zencileri”
muamelesi gören saygın Müslüman topluluklardan biriydi. “Beyaz”lığı
ancak 15 Temmuz gecesi resmileşti. İktidar yanlısı yayınlarda
Hıristiyan ve Yahudi olduğu lafları neredeyse her gün yer alıyor. O
kadar beyaz yani.
“Alnı hiç secdeye gelmemiş” diye eleştirilen “beyaz”ların o
zamana kadar söyledikleri haklı mı çıkmıştı? Bir iki hafta, “artık
her kesimden insanların kamuya alınacağı” türü mahcup beyanlar
eşliğinde bu kabul edilir gibi oldu, “alnı secde görmüş” denilerek
kadro alınmasının yanlış olduğu itiraf edildi, sonra makam
değişti.
(http://www.haberturk.com/gundem/haber/1271005-numan-kurtulmus-siyasette-dusmanlik-dili-bitecek)
Cemaat iktidara da yalan söylemiş, onu aldatmış, bin bir hile
ile şaşırtmış ve temiz kanaatlerini yanlış yola sokmuş,
kandırmıştı.
Yalan. Aldatma. Şaşırtma. Kandırma. Ne olabilir bu? Referansları
din (bu dört kavramı yalan başlığı içine sıkıştırarak söylersek)
yalanı yasaklamış, aldananlardan ve aldatanlardan olmayı yasaklamış
bir din olunca bu nasıl mümkün olabilir? Bu kadar büyük bir aldatma
nasıl “gizli” kalabilmiştir?
Şu boş “gerçek İslam” tartışmasına girmeden, söz konusu
yöntemlerin yaygınlığını ve meşruiyetini sağlayan şeyin ne
olabileceğini sorarsak, tartışılabilecek sayısız kaynak arasında en
çarpıcı biçimde formüle edilmiş bir cevabı öne çıkarabiliriz.
BİN YIL ÖNCEDEN BİR KESKİN GÖZLEM
Farabi konuşuyor, 1000 kadar yıl evvelden:
“Onlar arasında bir başka grup daha vardır ki, onlar
kendi dinlerini şüphe kabul etmez bir biçimde
doğru kabul ettiklerinden ötürü ne yolla olursa olsun başkalarının
yanında onu muzaffer kılmak, güzel göstermek, onunla ilgili
şüpheleri ortadan kaldırmak ve hasımlarını ondan uzaklaştırmak
gerektiği düşüncesindedirler. Onlar bununla ilgili olarak
yalan, aldatma, (mugalâta) şaşırtma ve kandırmayı
kullanmakta bir beis görmezler. Çünkü onlara göre dinlerine karşı
çıkan şu iki tür insandan biridir: O ya düşmandır,
dolayısıyla onu uzaklaştırmak ve yenmek için, cihad ve savaşta
olduğu gibi, yalan ve aldatmanın kullanılması caizdir; veya o bir
düşman değildir, akıl ve temyiz yetisinin zayıflığından
dolayı ruhunun dinden alacağı nasipten haberi olmayan
biridir. Bu durumda da kadın ve çocuklara yapıldığı gibi, onun
yalan ve aldatma ile nasibini almaya doğru götürülmesi caizdir.”
(Fârâbî, İlimlerin Sayımı - İhsâu’l Ulûm, çeviri Prof. Dr. Ahmet
Arslan, Divan Kitap, 2015)
Çevirmeni, akademyanın en çalışkan isimlerinden Prof. Dr. Ahmet
Arslan, bu satırları “inanılmaz” buluyor. Gerçekten de müthiş.
Fârâbî’nin “onlar” dediği, kelamcılar. Prof. Arslan, filozofun
kelamcılardan hoşlanmadığını söylüyor. İlgilendiğimiz şey ne
filozofun kimi sevip sevmediği, ne kelamcılara sevgisizliğinin
sebep ve sonuçları ne de felsefe-kelam ilişkisinin tarihi ya da
epistemolojik yönleri; haddimiz de değil zaten. İlgilendiğimiz şey,
1000 yıl önceden kalma bir keskin gözlemin içinde dile getirilmiş
bir yöntemin bugün siyasal bir teknikler kümesiyle ve ideolojik bir
çerçeveyle uyumu.
BİR SİYASAL TEKNİK VE HÜKMETME YÖNTEMİ
Filozofun atfı açık: Fıkıh açısından cihat ve savaş hali,
yalanın meşruiyetine açılan iki kapıdan biri ve büyüğü. Bir grup,
ilişkide olduğu ya da içinde yer aldığı toplumla ilişkilerini ve
dolayısıyla kendi siyasal usullerini belirlerken yalana
başvuracaksa, referansı İslam olduğunda ya düşmanlık ya cehalet
(kadın ve çocuğun “doğal” hali) kapılarından girmek zorunda. Düşman
(savaş ve cihat) varken yalan meşru ise yalana başvuranın düşman
icat etmesi de kaçınılmazlaşır.
Hemen belirtelim, söz konusu olan İslam’ın bir emri değildir:
Fârâbî zaten bu usule başvuran kelamcıları açıkça yeriyor. Üstelik
din-İslam-içi tartışmaları düşünerek değil, daha çok dinler
arasındaki ilişkileri düşünerek yazıyor; “kendi dini” derken, en
azından iki dinin konuşmacılarının karşı karşıya geldiği bir
sahnede olan bitenleri düşünerek yazıyor.
'DÜŞMAN'LIĞA DAYALI SİYASET
Carl Schmitt, düşman ilanını temel politik faaliyet sayar:
Gerçek iktidar, kuralı koyan değil istisnayı belirleyen olduğu
gibi, gerçek siyaset düşmanı ve dostu tayin etmek, kim olduğuna
karar vermektir. Düşmanlık kararı verildiğinde, savaş ve savaşta
meşru sayılan yöntemler zaten gelecektir.
Schmittçi paradigma, hem iç hem dış siyasal ilişkileri savaşla
bağlantılı çatışma ekseninde konumlandırmayı gerektirir; neoliberal
politikaların küreyi kavurduğu bu dönemlerde hazretin bu kadar öne
çıkması boşuna değil. Analitik dehası siyasal alanda olan biteni
anlama konusunda yardımcı oluyorsa da bu dehanın keşiflerine dayalı
sentezleri, önerileri savaşçı bir gelecekten başkasına izin
vermiyor.
Bugünkü ilginin sırrı da burada galiba: Neoliberal otoriteryen
toplum tasarımı, bir savaş tasarımıdır çünkü. Daha, “liberal
Clinton” döneminde ilan edilen (iç politikayla dış politika
aynıdır) bu ilke, Bush doktrini olarak (ya bizden yanasın ya
düşmandan) açık ifadesini bulmuştu. “Liberal” Obama’dan beklenen
düzeltme hareketleri Suriye’yi tarumar etmekten ve Filistin’in
acısını buzdolabında uzatmaktan başka bir işe yaramadığı gibi “ya
bizdensin ya onlardan” ilkesi eksenindeki kutuplaşmalar ulaştığı
her yeri felakete sürükledi.
BİR MUSİBET BİN NASİHAT
Marjinal, bin yıl önceden teşhir edilmiş bir usul ve Batılı
neo-liberalizmin en vahim dönemlerinde işe koşulmuş yöntemler
buluşunca Türkiye’nin payına düşen, arada silahların da görünüp
kaybolduğu bir iç gerilimden, bir savaş atmosferinden başkası
olabilir miydi? “Büyük aldatıcı”nın tepe tepe kullandığı usuller,
düşman saptama ve düşmanlık siyaseti yürütme, “biz”den olan ve
“biz”den olmayan ayrımına dayalı usuller, filanca ya da falanca
cemaat kötü, kandırıkçı insanlardan oluştuğu için değil, usullerin
kendilerinden kaynaklanan nedenler yüzünden tehlikelidir.
Fârâbî’nin gözü, sorunu 15 Temmuz 2016’dan bin yıl önce kayıtlara
geçecek kadar keskinmiş. Cübbeli Ahmetlerin onu kafir ve kafirliğe
götüren bir isim diye yaftalaması sadece itikadi bir mesele değil,
fazlasıyla siyasi bir mesele, o halde.
O halde, mesele Cumhurbaşkanı’nın birilerini aldatması değil,
birilerinin cumhurbaşkanını aldatması da değil; mesele çünkü bir
kişinin ahlaki nitelikleri hiç değil, aldatmayı mümkün ve meşru
kılan temel referansların, prensiplerin ve usullerin kabul veya
reddinde. Fârâbî’ninki nasihattı, 15 Temmuz musibet…