Uyanık olduğu saatlerin yüzde 90'ını hükümete yakın medyayı izleyerek geçiren bir AKP seçmeni... İthal mercimekten cezaevlerine, köprülerden krize ne konuşsak Nedret Bey'in sesinde, kelimelerinde “o” var. Felsefeci Nilgün Toker, her şeyin mümkün, belirsizliğin hakim olduğu rejimleri, hakikatten kopuşu ve biatı getiren “dili” anlatıyor. Ve o dille nasıl mücadele edilebileceğini...
“Sen şimdi sesimi kayıt mı edeceksin?” diye sordu. “Evet” dedim, “başınıza bir iş gelir diye mi korktunuz?” Bu sohbeti bir tanışıklığımızın olması mümkün kıldı. “Yok” dedi. Daha önce bir kez bir televizyonun sokakta uzatılan mikrofonuna seçimler hakkında konuşmuş. “Fikrini söyleyince başımıza illa bir şey gelir zannediyorlar ama yok öyle bir şey. Senin resmine, başka birininkini koyarlar, ancak öyle. Benim başıma zaten gelmez. Diyelim Ege adaları gündemde, konuşurum ama Türkiye aleyhine, hükümet aleyhine bir şey çıkmaz ağzımdan.”
Nedret Bey 80 yaşında, AKP'ye oy veriyor ve yıllardır uyanık olduğu saatlerin yüzde 90'ını hükümete yakın kanalları izleyerek geçiriyor. Her bülteniyle haberler, tartışma programları, diziler, belgeseller; bazı geceler uyurken dahi açık. Olur da sıkılırsa, sesini kısıp televizyonun karşısında eski model bir tabletten YouTube'u, takip ettiği bir iki siyasi yorum kanalını açmayı öğrenmiş. Eğlenmek için arada tabletten okey oynuyor, ama favorisi “komik” politik gündem animasyonları izlediği bir hesap. Tabii gündem de, “komik” de hükümet gözünden. Lider partinin ekranlarda çok görünmesini, bitmeyen Erdoğan canlı yayınlarını gayet normal buluyor. “Hem arada Kılıçdaroğlu'nu, Babacan'ı falan da çıkarıyorlar” diye çıkışıyor.
Ağır fakirliğin, ailedeki huzursuzluğun sürüklemesiyle kendini askeri okulda bulduysa da hiç ona göre hissetmemiş askerliği. Zaten istifa ediyor; önce Perşembe Pazarı'nda tel ticareti, sonra inşaat-müteahhitlik işleri... Nedret Bey aileden ve askeri okuldan yerleşik alışkanlıkla CHP'li; o zaman öyle görüyor kendini. Fakat Menderes'in idamı, hakikaten analize muhtaç bir sarsıntı yaratıyor onda; inanamıyor. Ve işte idamı ayıpladığı noktadan, idam blöfüyle hareket eden bir siyasete kayışı böyle başlıyor. En beğendiği siyasi figür, gözleri ışıldayarak andığı Özal. Asla “Erdoğancı” olmadığını söylüyor, dilini bazen gereksiz sert buluyor ama Erdoğan'ın zekâsına ve “bütün icraatlarına” hayran olduğunu söylüyor. Hayatta bu kadar fazla ve sadece hükümete yakın medyayı takip eden biri, bir deneyi andırıyor. Bu deney Türkiye'nin büyükçe kısmı demek.
ERDOĞAN'IN SESİ
Misal Rusya bu ara dost mu düşman mı? Nasıl yetişiyor kimin düşman olduğunu anlamaya... “Doğru siyaset bir şeyin arkasına takılmak değildir, strateji vardır. Sabah başka, akşam başka olabilir düşman, takip edeceksin” diyor. Sonra “bütün dünyanın düşmanı Amerika”, “arkamızdan konuşsa da pek bir şey yapamayacak Fransa”, “tam boyumuza göre olduğundan bir tokada bakan Yunanistan” şeklinde bir dış siyaset turu atıyoruz. Evet, Türkiye'nin geleceği şu an belirsiz ama bizden kötü en az yüz ülke var ona göre.
“Yolları beğeniyorum, köprüleri beğeniyorum. Bana diyorlar ki sen mi geçiyorsun oralardan... Neymiş, bizim paramızla yapılıyormuş. Haydi diyorum, sen git ayakkabını bağla köşede. Hepsi çok faydalı memlekete. O tüneller, metrolar olmasa nasıl olurdu İstanbul? Köprüden geçmeyince de ödüyormuşuz. Yok öyle bir şey, geçersen ödersin. ...E, tamam dolaylı vergi diye bir şey hep vardı.”
Bir dönem kazandığı para erimiş gitmiş; bugün bir çocuğunun yanında yaşıyor. Nedret Bey ekonomik krizi muhaliflerin abarttığını söylüyor. “Yani var biraz ama hiç yoktu da şimdi mi çıktı? Türkiye'nin ekonomisinin geriye gittiğini söyleyebilir misin?” Sigarasının 18 lira olduğunu hatırlatınca, neyse ki artık az içtiğini, isterse altı liralık sigara da olduğunu söylüyor. Yok öyle bir şey. Hem savunma sanayi, “sihalar mihalar” çok para tutuyor, ne yapalım... Misal Kanada'dan mercimek ithal eder hale gelişimiz sorulunca, ihtiyacından fazla mercimek yetiştiren Kanada'nın fiyat kırdığını, burada üretmekten ucuza geldiği için de gayet mantıklı bir hareket olduğunu izah ediyor. Fakir geçen çocukluktan kaldığını söylediği alışkanlıkla çayına şekeri boca ediyor sonra.
Faksı inanılmaz bir buluş olarak gördüğünden elindeki tablet, tıpkı metro gibi, bir sürü tv kanalı gibi, altıdan fazla katlı her bina gibi onu büyülüyor ve AKP icraatlarını sorgulamayı, “ilerlemeye” nankörce karşı çıkmak olarak görüyor. “Bunlar ne yaptı ki Türkiye'ye” diyor, “bunlar” dediği CHP. Konuşurken araya bazen “İnönü” karıştığında, 80 yaşında birinin hafızasının bulanıklaşabileceği geliyor aklınıza. Ama hayır, 80 yaşında birinin bulanık hafızasına benzeyen bir siyaset dilinin yansıması bu. Muhtelif konuya İsmet İnönü'den başlayarak giriyor. İnönü ile Kılıçdaroğlu için “Bunların tipleri de benziyor” diyor arada muzipçe gülerek. Nedret Bey, CHP'nin “İkinci Dünya Savaşı'ndan beri” bu ülkeye hiçbir şey katmadığını söylüyor. Ekmek karneleri, at nalına çakılacak mıhın bile olmadığı günler, bir de şimdi geldiğimiz yer, AKP'nin hemen öncesi sanki fakir çocukluğu, Erdoğan'ın sesi duyuluyor sesinde. Dinden imandan bahsetmeyen bir Erdoğan ama bu. Nedret Bey'i AKP'ye bağlayanın zerresi dinle ilgili değil, hatta camileri inananların kendilerinin yaptırması gerektiğini düşünüyor. “Sarayın” masrafları, “milli kelepçenin” üretiliyor olması, hepsi gelişmişliğin göstergesi ona göre. Kanal İstanbul'u, zararı olacaksa da bir lider gerekirse “karayı delebileceğini” gösterdiği için onaylıyor. Bir rant beklentisi için yaşı ileri, emekli maaşıyla geçinen bir insan, televizyonun karşısı dışında bir hayatı yok ve işte AKP'nin neoliberalizmi onu efsunlamış gibi konuşuyor.
Nedret Bey, bir ara çocuklarının “bunlara”, birinin “hatta galiba teröristlere” oy verdiğini söylemişti. Bunu hayatın hüzünlü bir cilvesi gibi olgunlukla anıyor. “Olabilir” diyor sonra gözlerimin içine bakarak, “insanlar başka partilere oy verebilir. Ama şansları yok.” Bu demokratik açılımdan şevk alarak neden bu kadar fazla cezaevi yapıldığını, neden hepsinin dolu olduğunu soruyorum. Nedret Bey taş kalpli biri değil, fikrinden ötürü cezaevine girebilecek tanıdıkları var hayatta, o kadar da yalıtılmış bir çevrede yaşamıyor. “Evet çok dolu” diyor, “ama işte terörizm böyle, terörist varsa mecbursun içeri atmaya, uluslararası kanunlar böyle. Ancak cephede öldürebilirsin.” Kayıt cihazını kapatıyorum.
HER ŞEYİN MÜMKÜNLÜĞÜ
İçinde hain, düşman, terörist gibi kelimeler geçen kim bilir kaç haber dinledi Barış İçin Akademisyenler üzerine Nedret Bey. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Nilgün Toker onlardan biriydi. Akademide 35 yılın ardından bir KHK ile hem var olan, hem de müstakbel öğrencilerinden koparıldı. Hayattaki asli işini yapamaz hale gelmesinin dışında, onun gibi binlerce akademisyen temel yurttaşlık haklarından mahrum, belirsizliğe mahkum edildiler. Nedret Bey'in her şeyin “belirli” olduğu dünyasından sonra, Toker'le belirsizliğin bir yönetme biçimi olarak kullanılışından, bunu mümkün kılan “dilden” konuşacağız.
Her şeyin mümkün olduğu rejim... Toker, hem Hannah Arendt'in, hem Habermas'ın faşizmi her an her şeyin olabileceği bir rejim olarak tarif ettiğini söyleyerek başlıyor. Bunun için önce gerekenler, devlet tahakkümünün aracı haline gelmiş yargı, atıl kılınmış kurumlar, tutarsızlık üzerine kurulu iç ve dış siyaset. Fakat öngörülemezlik ile belirsizliği karıştırmama uyarısında bulunuyor.
“Öngörülemezlik neden-sonuç bağıntısına dair bir sorun işaret eder. Toplumsalın öngörülemezliğini iyi bir şey olarak tanımlarız. Toplumsal dinamiğin hiçbir kuvvet tarafından belirlenemeyeceğini gösterir. Türkiye'de bunun anlarından biri Gezi. Yargıya gittiğinde başına ne geleceğini bilememekse belirsizliktir. Bu sadece sonucun ne olacağını bilememek değil, tüm bağıntıların çözülmesi demektir. Suçun ve cezanın bilinmemesi, tanımların silikleşmesi... Şöyle düşün, ortada herkesin aynı şeyi anlamadığı kelimeler var ve gramer yok. Adlar ortadan kalkmasa bile, adların işaret ettiği belirlilikler yok olmuş.”
Söz ettiği ortak dilin kayboluşu, anlamlar, kurallar, uzlaşılmış yükümlülükler, “bağıntılar” artık yok demek. Belirsizliği faşizmin karakteri yapan da bu bağıntısızlığın “belirleyicinin” gücünü artırması. “Bir kelimenin anlamını, bir suçun cezasını belirleme gücü, iradeyi güçlendirir, tanrısal bir kudret verir. Rasyonalite kaybolmuştur artık, geri kalan o iradenin buyruğuna tabidir. Kadiri mutlaklığa işaret eder. Bu yüzden faşizan rejimlerin karakteridir belirsizlik” diyor Toker.
DİKTATÖRÜN KELİMELERİ
Otoriteryan, faşizan rejimlerin hem ruhunu hem de işleyen mekaniğini anlamak için taraftarların zihnine bakmak gerekiyor önce, Nedret Bey'in zihnine. Kişileri belki normalde olmadıkları kadar ayrımcı, kutuplaştırıcı, güce tapar bir şekilde düşünmeye, derken öyle davranmaya iten o ilişki... Tutarsızlığı, mantıksızlığı, insafsızlığı ve düpedüz yalanı görünmez kılan, normalleştiren, insanı hakikatten uzaklaştıran o şey...
“O söylem akılcılaştığı için değil, rasyonellik imkânı ortadan kalktığı için normalleştiriliyor. Akıl dışılık da normalleşebilir. İnanma, dini inanç anlamında söylemiyorum, bağlanma, biat etme hallerinde hakikatle ilişki kopar. Belirsizlik rejiminin temel karakteri, insanlarda hakikatle, dolayısıyla olguyla bağın koptuğu bir zihin dünyası yaratmasıdır. İktidarın tarifleriyle, onun grameriyle dünya çalışmaya başlıyor o noktadan sonra. Böylece kendi içinde bir anlam da taşıyor. Genel olarak siyaset böyledir, ama popülizmin karakteri tam budur. Kim kelimelerini topluma öğretiyor ve o kelimelerle düşünülmesini sağlıyorsa o daha güçlü olur. Diktatörün tanımlarıyla düşünmeye başladığınızda söylenen yalan da olsa hakikate dönüşür. Gerçekle, bilgiyle bağ bu şekilde koptuğunda, toplum gider, bir topluluk hali kalır geriye.”
Belirsizliği bir de bunu siyasi gereç olarak kullananlar cenahından okumak gerekiyor. Bu bir sarmal değil mi bir yandan, bunun ne kadar sürdürülebileceğinin belirsizliği, bizatihi bu tetikte yaşama hali devam mecburiyetini dayatmıyor mu? “Tabii, bu tarzda bir iktidarı kaybetme korkusu zulmü arttırır” diyor Toker, “Tanrı olmadıklarına göre, ancak bu şekilde iktidarı sürdürebilirler çünkü. Türkiye'de iktidar yapısının, tek kişiden söz etmiyorum, bu el koyma halini sürdürebilmek için belirsizlik yaratma gücünü her dakika artırması gerekiyor. Nereye kadar? Sürdürebildiği yere kadar. Sürdürmesine izin verildiği yere kadar.”
Burada da sürdürmesine nasıl izin verilmeyeceği meselesi beliriyor. Nilgün Toker, zulümler arasında hiyerarşi kurmak istemese de, ağır yaşadığı 12 Eylül sürecinde suç ve ceza arasındaki bağıntının daha net olduğunu söylüyor. “O zaman da, en azından belli kesimlerin başına ne geleceği belirsizdi. Fark şu, bugün bu ihtimal herkes için var. Bugün düşman da her an değişebilir.”
Peki bu dilin dünyasına hapsedilmek istenen “topluluğun” bir kesimi, dayatılan gramere karşı ne yapabilir, bununla nasıl mücadele edilir? Toker, bir direnme alanı olarak “başka kelimeler kullanmayı” öneriyor. Bu öneri bizatihi kelimeleri olduğu kadar, iktidarın “belirlenim alanlarından” çıkmayı, yeni “belirlemeler” yapmayı da içeriyor. Gezi'yi örnek veriyor, yakın tarihte Baro başkanlarının Ankara yürüyüşünü ve Barış Akademisyenleri davalarını.
“Belirsizlik, tarifsizliği yüzünden bir çaresizlik, güçsüzlük yaratıyor. Onların kadiri mutlak olmadığı alanları genişletmek gerekli. Barış Akademisyenleri olarak biz de mahkemelerde bunu yaptık. Savunmalarda dediğimizin önemi olmadığını biliyorduk. Yine de çıktık, beni cezalandırabilirsin ama tanımımı silikleştiremezsin, değiştiremezsin dedik. Belirsizlik yaratma gücü, ancak ona direnenin varlığıyla sürdürülemez olabilir. Kürt siyasetinin inadı çok önemli. Aynı görüşte olmam önemli değil, hapisteki ya da kapatılma riskiyle tanımından vazgeçmeyen tüm gazetecilere aynı nedenle büyük saygı duyuyorum. Tam olarak Türkiye'nin yüzde kaçıdır bilemem ama yurttaş kalmakta ısrar edenlerin varlığı önemli. Zulmün artacağını düşünüyorum ama umutsuz değilim.”
Notlar
Nilgün Toker, akademiden uzaklaştırıldığından beri ağırlıklı olarak Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın “Akademi”si () için çalışıyor. Politika ve Sorumluluk isimli kitabı İletişim Yayınları'ndan çıkmıştı.
Sırada: Her şey “belirliyken” muhalefet/ fizik ilkeleriyle Kürt meselesi/ Sibel Genç
Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.