Türkiye’nin mevcut atmosferinin iki büyük savaş arası dönemin Almanya’sıyla benzerliği konusunda çok fazla şey söylendi. 27 Şubat 1933’teki Reichstag Yangını gerekçe gösterilerek 24 Mart’ta ilan edilen ve Almanya’nın 13 yıl boyunca bir istisna haliyle yönetilmesinin yolunu açan olağanüstü halden tutun da Wagner aracılığıyla yeniden keşfedilerek bir ulusal epiğin sembolü haline getirilen mitolojik kahraman Siegfried’a kadar uzanan benzerlikler… Tekno-muhafazakârlık, gerici bir modernizm, geçmişin mitlerinin dinsel bir söylemle iç içe geçirilerek yeniden canlandırılması, heroik anlatılar, bu anlatıların bütün sembolik evreni kaplaması, bunun sembollerinin gündelik hayatın her yanına yayılması… Walter Benjamin, 1. Dünya Savaşı sonrası, Almanların ‘özlerine’ (!) dönme girişimlerini tahakkuk eden kitaplardan biri olan, Ernst Jünger'in derlediği Savaş ve Savaşçı’yı çözümlerken, dönemin Almanya'sının tinini de şu biçimde özetliyordu: Maddi yenilgiden tinsel bir zafer devşirmek! (Estetize Edilmiş Yaşam adıyla yayınlanmıştı bu kitap Türkçede; Ünsal (Oskay) Hocanın derlemesi ve çevirisi olarak. Hocayı da özlemle anmış olalım, faşist narsisizmin büyüsüne bütünüyle kapılmış olduğumuz şu günlerde).
Almanya’nın o dönemki baskın ideolojisini gerici modernizm olarak adlandırıyordu Jeffrey Herf. Bunlar iki bakımdan modernist idiler. İlk olarak teknoloji alanında modernleşmeciydiler; Avrupa’nın sanayisi en gelişkin ülkelerinden olan Almanya’nın daha da sanayileşmesini istiyorlardı. Daha çok uçak, daha çok basın yayın, daha çok tren, daha çok otoyol, daha çok otomobil… Kendilerini, bu güçleri ve potansiyelleri engellemiş olanların karşısındaki özgürleştirici figürler olarak görüyorlardı. Bunlar parlamenter demokrasi tarafından baskılanmış ve suiistimal edilmiş potansiyellerdi onlara göre. İkinci olarak da ruh estetiği diyebileceğim bir atmosfer içerisinde ‘hep daha ötesine gitme’ itilimiyle modernisttiler (somut örneği, ilk olarak, modern (!) cumhuriyetin başkenti Ankara’da beliren şu heykellerdi. Alçaklığın bir dibinin bulunmamasının nedeni de bu ‘hep daha ötesine’ gitmeye çalışan ruh halidir). Sürekli bir savaş halindeki yaratıcı bir ruh imgesi… Tabii bunun ürettiği kişilik biçimi de megaloman bir kişilik biçimidir. Çünkü bu biçimiyle estetik, bütün yaşama yayıldığında (hem şu tiksindirici somut estetik öğeler dâhildir buna, hem de her tarafa yayılmış, bütün görüş alanımızı kaplamış bulunan siyasi semboller dâhildir) ahlak askıya alınır ve bilen bilir, arzunun arzu olmak bakımından sınırları yoktur. Bu durumun ürünü de her şeyi yapabilir olan ama hiçbir sorumluluk duygusu bulunmayan şu tuhaf, etiksiz öznelerdir.
Fethi Benslama’nın Ölüm Siyaseti’nde dile getirdiği şu nefis cümleyi de hatırlamadan edemiyorum: “Mitle tarihsel gerçekliğin karışımı sanrıdan daha zehirlidir.” Büsbütün mitsel kodlarla düşünen zihinde, yani modernlik ve tarih tarafından tahrif edilmemiş bir mitsel anlam sisteminde aşkınlığı (bir bakıma kutsalın yeryüzünü terk etmesi) tersine döndürme eğilimi de vardır. İşte modern ve tarihsel olanın buna eklemlenmesi, bizzat bu eğilimi tersine döndürür: Kurucu temel ile sonradan oluşturulmuş birlik durumu birbirinden koparılır, yeniden birleştirilmek üzere elbette. Bu türlü bir iktidar ve yönetim biçimi, kendisini ancak kökenlerin yeniden güncellenmesiyle güncelleyebilir. Kutsal kökenlere ilişkin bir imgeyi kutsal ‘şimdi’nin içine gömmek, aynı zamanda öznel boyutu varlığın görünmez kaynağının içine doğru yoğunlaştırmak ve bu kaynakla birleştirmek anlamına gelir. Kutsallaştırılmış bir şimdiki zaman, mevcut koşulları muhafaza etmenin, belirli bir haliyle ‘şimdi’yi mutlaklaştırmanın da en etkin yoludur.
Modern milliyetçiliğin kültürel sistemi ile modern teknolojinin bütünleştirilmesi olarak görülebilir gerici modernizm. Bu bütünleştirme, elbette ırkçı-milliyetçi sistemin akılcılık karşıtı ve romantik boyutlarını iptal etmez. Gerici modernistler, sağcılığın geçmişe dönük pastoralizmini birleşik, teknik ve ekonomik bakımdan güçlü bir ‘millet’ hayaline dönüştürürler. Sağcı bir devrim arzusuyla, pastoral bir geçmişi yeniden diriltme arzusudur bu. Bunun Türkiye’deki bir görünümü merkezin de taşra kimliğiyle yeniden inşa edilmesi, merkezin kelimenin özel bir anlamıyla ‘köylüleşmesidir’.
Geçmişin ve geçmişin pastoralliğinin geri çağrılmasını bir tür kültür devrimi olarak görür gerici modernistler. Thomas Mann şunları söylerken bu ideolojinin tam da kalbine dokunmuştur: “Nasyonal sosyalizmin karakteristik ve tehlikeli boyutu, güçlü bir moderniteyi ve ilerlemeci bir tutumu geçmişin rüyalarıyla birleştirmesinde yatmaktadır: Bir hayli teknolojik bir romantizm.” Türkiye’de ilerlemeci tutum, kendisini dünya siyaset sahnesinde büyük bir güce, istediklerini uluslararası arenada da dikte edebileceği bir güce sahip olma arzusunda gösteriyor. Geçmişin rüyaları ise zaten biliniyor.