Selim Birsel’in ‘Yalıtılmış Bir Bakış’ sergisi virüsler, sığınmacılar, savaşların ilgi ve bilgi kirliliği kadar, insanlığın doğasındaki faşizme yönelik ısrarlı bir kuşku ve bunda gizlenen aydınlık gelecek umudu da var.
Bu satırlara koyulmadan biraz önce, ‘uzatıldığı’ için yeniden ziyaret ettiğim, Selim Birsel imzalı ‘Yalıtılmış Bir Bakış’ sergisi vesilesiyle, İstanbul Şişhane’deki Öktem Aykut galerisinden, eve döndüm. Sergi, bir hafta daha ‘sağ kalarak’, 14 Mart’a kadar ziyaret edilebiliyor. Böyle diyorum, çünkü sergiler de insanlar gibi, oluşumlarını hiçe sayan kısalıkta bir ömürleri var. Sanat da hayat gibi, bakî kalan şu kubbede, nice sadâya fani birer vesile. Bu sebeple sergilerin dokümantasyonu, haklarında yazılanlar ve çekilen kareler de ‘kayda değer’ olmakla mükellef; geride kalan ne varsa, zaman ve sağduyu süzgecinden geçerek, tarihe tüm iyi veya kötü hatırasıyla mal oluyor çünkü.
Sergi mekânına doğru yürürken, sanki bazı filmlerden önce siyah ekranda rastladığım o epigrafları anıştıran bir duvar yazısında, şöyle okuyorum:
“Belki sandalye değildik, ama biz de çok g.t gördük.”
Galerinin önü de, ardı da, tıpkı iki arada bir derede / (Meriç) sınır kapısında bırakılan yüz binlerce sığınmacı veya düzensiz, küreselliğinden ödün vermeyen karantinadaki potansiyel korona vakalarının yarattığı türden, bi polar – iki uçlu bir duygu durum zedelenmesi üretiyor. Umutla sınırda biriken, umutsuzluğun dondurucu çıplaklığıyla gerisin geri itekleniyor. Tıpkı haberlerin verdiği haberler gibi.
Bunun nedeni, sanatçının yıllardır bir bilinç hoparlörü, bir taşıyıcı gibi kullandığı ‘lacivert kaplama kâğıtları’. Hani en az 40 yıl önceden uçurtmalara, karartma gecelerinde araba farlarına ya da kitap defterlere ‘ten’ olan şu kâğıtlar. Bu kâğıtların sebze meyveleri ışığa karşı koruma amaçlı olarak halen kullanıldığını ve Türkiye’ye de İtalya’dan yollanmasıyla hikâyenin başladığını aktaran Birsel, kendini bu kâğıtlar ardında konuşlayan, sergiyi bir ‘korugan’ / bunker olarak inşa eden ve bize seçeceğimiz cephe için bir önerme yapan bir eri andırıyor.
Sanki, faşizmin doğasında insanlık nöbetinin ilk gün batımına şahadet eden saf bir nefer Birsel. Ama sözlerinde yaşlı bir kurdun o evcilliği takmayan yabanıl tebessümü dolaşıyor. Gördüğü değişken ışıkla, bakışı da sürekli farklı anlamlara kamufle olan, sürekli tetikte bir kişilik. Bu sergisinde de aynı huzursuzluğun kronometrik nöbetini tutuyor Selim Birsel. Bir hale vardığı an, gerek o an, gerekse onu anan bizi, çoktan geride bırakmış oluyor.
Normalde, çok sessiz, nöbet tutan, nöbet geçiren, birbirinin hâlesinde virütik bir bulaşıcılıkla, izleyicinin üstüne üstüne seğiren imajlar bunlar. Ancak izleyici eğer, Birsel’in dünyaya bugüne dek Türkiye ve dünya sathında açtığı onca sergiyle ithaf ettiği o malûm ‘akl-ı Selim paradigma’ya yeterince aşina ise, işin rengi değişiyor. Hepsi başka künyeli. Ama hepsi de bir imge - vatanı bekliyorlar.
Bu imge ve renk sessizliğinin yerini, giderek topyekûn bir söz bulutu ve onun optik taarruzu, uğultusu alıyor, izleyiciyi diri diri esir edinmeye başlıyor. Bu sergi, barut, ter, ucuz kahramanlık, bedava yurtseverlik gibi bir çok tanıdık dandik rütbeden menkul devasa bir bellek çöplüğünü, önümüze ( F-18 Eşekarısı (Hornet), AH – 64 Apaçi (Apache), Tomaşahini (Tomahawk) gibi bilumum füze ve M1 tanklarla bezeli ) ‘militan yeşili’ baskı – ıstampa – basın - press unsurlarıyla, o sözde yüce dağ misali bırakıyor. En son yine toplumu sınır ötesi travmalara sevk ve idare eden 1995 İstanbul Bienali’nde bambaşka bir çehre ile dünyaya gelmiş bu heybetli dağın, bu küresel şehit tepesinin kana susayan kumaşında, Birsel’in yıllardır türlü yerleştirmelerle de vurgulamış bulunduğu, hepimize bir biçimde kendini ihbar edegelmiş pür faşizm var. Birsel, bu dağın eteklerine de, henüz terk edilmiş bir avcı kampının kalıntıları gibi, dağ üzerindeki mühimmatın suretlerine asıllarını kazandıran ıstampalar bırakmış. Duvarlar, yine bu ıstampaların hayata tükürdüğü rahatsız edici geometrik, geopolitik, geografik kompozisyonlarla doldurulmuş. Ama aynı düzeyde de güzeller, arıları kandıran birer çiçek kadar bonkör renkleriyle, yine de yanıltıcılar.
Serginin bu nebati yükü ağır ıstırap dağını tırmandığınızda, ikinci katın merdivenlerinde bir öfke, kan ve ateş sağanağına maruz kalınıyor. Özgürlük talep ettikçe kendi kendine mahpus kalan bu serginin belki de en şiddetli algı çatışmaları burada can havliyle yaşanıyor. Yukarıya eriştiğinizde ise, yaşadığınız bu imge travmasının sersemliği, yerini türlü yarı aydınlık manzaralarıyla birbirinden türemiş yalın manzaralara bırakıyor.
Selim Birsel, bir savaş muhabiri gibi, tuttuğu görsel günlüğün objektifinin aslında ne kadar subjektif, ne kadar bireysel olduğunu bizimle paylaşıyor. Bu manzara serisinin hemen hepsi yine belli bir yerden, içine sinilmiş korunaklı bir perspektiften bize aksediyor. Nüksediyor. Bir durumun içinde veya dışında olmakla bizi yüz yüze getiren, bizi dünyaya (olası bir özel) bakış tarzına maruz bırakan sanatçı, çalışmaları vesilesiyle (basın bülteninin diliyle telaffuz edersek) ‘dünyamızın her anlamda bir karanlığa doğru sürüklendiğini ifade ediyor. Sanatçı, ona bir an dışarıdan, uzaktan bakabilmenin ileride bizi bekleyen karanlıkla baş edebilmek için tarihteki benzer düğümlerle nasıl yüzleşilmiş olunduğuna göz atmanın önemine işaret ediyor.’
Sergiye cephe alarak, daha içeriye girmeden izleyiciyi arafta bırakan Birsel, bu sergiyi biriktiren görsel, fiziksel ve algısal kompozisyonun üzerine, tam da ‘cephede’ yaptığımız söyleşide, bir ara şunları telaffuz ediyor:
“ Dışarıdan bakan biri bana, ‘Selim enstalasyon sanatçısı,’ diyebilir. Eğer onu bir enstalasyon olarak algılıyorsak, o da muallak bir yerde. Serginin girişindeki çalışmayı ben bir yerleştirme değil, bir resim olarak algılıyorum. Enstalasyonun doğası içinde esneklik var. Hem doğaya ve hem de zamana uyumu...değişimi. Bugün gösterdiğin bir şeyin, yarın başka bir yere götürdüğün zaman, oranın zamanının koşulları ile beraber var olabileceği.”
Birsel’in sergi ilk katındaki kamufle dağı, aklıma Paul Cezanne’ın St.Victoire Dağı (Aziz Zafer Dağı) isimli çalışmasını getirince soruyorum, reddetmiyor:
“Yahu, Cezanne’ı seviyorum. Hep aynı yere bakabilmek meselesi... Bütün hepsinin babası orada... Kübizmi de, arkasından fütürizmi de o getiriyor. Yine, Ariel sanat galerisinde Sinan Logie ile yaptığımız sergi, ‘Estaque’da Evler’ (2017-18), önemli. Orada da Cezanne’ın geometriyi doğa içerisinde kullandığı tablolar var. Onun perspektif anlayışı ilk defa orada çıkıyor. Yüzeyden yüzeye çıkarak, aslında tablo içerisinde bir perspektif yaratabilme durumu. Ne çizgisel, ne tepeden bakan, mimari bir perspektif... Yüzeylerin birbiri içine geçişi ile birbirine perspektif kazandırdığı bir durum söz konusu. Geometrik öğeyi ilk defa, doğanın geometrisini kullandığı bir yer. Bu konuda araştırma yaparken, aslında ‘algısal bir perspektif’ten söz ediyoruz. Bunu okulda çocuklarla da konuşuyorum. Aslında gözümüzün bir mesafe alabilmesi. Gözümüze inanabilmek... Göremiyorsan, yanına git. Bak. Geri gel ve boşluklarını gör.. O zaman biri arkasında, biri önde ortaya çıkıyor.”
Sergide tarihi bir askeri sedye üzerinde birikmiş ağaç gövdelerinin ima ettiği bir figür de bulunuyor. Sanatçının neredeyse durduğu yerde zamanı hem içen, hem de onu akıtan bu göreceli çalışması, korugan manzaralarının ikili ve gece görüşü halindeki köşesinde, yere koyulmuş. Birsel yine diğer yapıtlarına referansla, bana adeta bir oto/psi-portre gibi gelen bu esere, nereden baktığımızı ve onun yüzeyle olan ilişkisini, yine atlamamamız gerektiğini söylüyor.
Görecelilik, sergide önemli yer tutan ve ikinci katta yer alan gök cisimlerinin de başına ve sonuna musallat olmuş verimli bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Birsel’in Yük (2017) ve Subversion gibi (1992-2017) önceki dönem işlerinin izleyici ve mekânla kurduğu ilişkiler, Öktem Aykut galeride izlediğimiz ‘göktaşlarıyla’ da zuhur ediyor. Anlatıyor Birsel:
“Ne kadar meteor, göktaşı halleri gibi desek de, bir mikroskoptan baktığın alanda görebileceğin bir yere buradan girebilirsin...”
Birsel’in sergisi, görmek isteyene göçü, sığınağı, virüsleri, sınırı ve sınır ötesindeki dumanların burnumuzdan gelen savaş uğultusunu haberliyor. Birsel yapıtlarıyla tanı koymuyor. Ancak bütün izlenimiyle, soyut, öznel bir tanık oluyor ve bizi de, ucundan yakaladığı bu ‘yalıtılmış bakış’ akabinde bu tanıklığı kendi safımızda üstlenmeye çağırıyor. Uzakta olan, üstelik sürekli yiten, dönüşen, ölümlü bir şeye bakarken, onu nasıl kayıt altına alacağımız, neyi hatırlı, neyi hatırsız kılacağımız meselesi, sanatçının sergisinin en bariz problemi sayabileceğimiz ‘güvenlik’ ve ‘güvende olma ‘ konusunu da gündeme getiriyor. Devam ediyor Birsel:
“Evet, güvenli bir yerdeyiz ama henüz dışarı da çıkamadık. Sana sorsam, dışarıda mı, içeride misin? Hepimiz içerideyiz. Daha hâlâ dışarı çıkma ihtimalimiz de pek gözükmüyor. Ama bak, dışarısı aydınlık ve sürekli bir şeyler gelip duruyor. Gelecek de. Bir şeylerin geldiğini görmüyor musun?”
Ancak Birsel baktığı şeyin tekinsizliğinin de bilincinde, bunun bazen umut, bazen de hüsrana tekabül ettiğini, ya da taşıdığı ışık üzerinden bir rüyaya da denk olabileceğini konuşuyoruz. Brüksel doğumlu Birsel, hayatı boyunca bu belirsizliğin ve tekinsizliğin etkisini de yaşadığını, Avrupa’nın bir çok ülkesi ve kentinde ikamet ettiğini aktarıyor. Bir dönem çağdaş sanatın kendine çok dert edindiği ‘yersiz yurtsuzlaşma’ meselesini, Selim Birsel, hayat hikâyesiyle aynalıyor.
Son dönemde Sakız Adası’nda edindiği evden minnetle söz ediyor sanatçı. Belki de bu resimlerdeki huzur devriyesi, sınır bekçiliği, bunun sus pusluğu, bu sebeple daha bir samimi geiyor. Gözün tüm fetihçi aç gözlülüğü ile, göz alabildiğince, her bir resim kendi içinden sınır ihlaline uğruyor. Çerçevesinden firar ediyor. Gerçek manzara atışlarıyla, kalibresi hayli ağır, zayiat unsuru yüksek hayal tatbikatları yaşanıyor.