Tophane Sanayi Mektebi’nden tornacı olarak mezun olan Ahmet Fehim, birkaç iş tecrübe ettikten sonra, 20 yaşındayken çalışmaya başladığı saatçi Mıgırdıç Ağa’nın dükkanında hayatını değiştirecek biriyle tanışır. Bu kişi tiyatro oyuncusudur ve namlı oyuncu Güllü Agop’un, 93 Osmanlı-Rus Harbi sebebiyle Edirne’ye kaçmış olan Ermeni oyunculardan boşalan Gedikpaşa Tiyatrosu’na yeni bir yüz aramakta olduğunu haber verir. Hayatını ressam ve dekoratör olarak sürdüreceğini düşünen Ahmet Fehim, böylelikle oyunculuğa süratli bir giriş yapar. Güllü Agop’un kumpanyasında oynarken yine tanınmış bir oyuncu ve kumpanya idarecisi olan Fasülyeciyan tarafından keşfedilir.
1800’lerin sonu Osmanlısında tuluat, vodvil, pandomim gibi türlerde, çoğu iptidai dekorlar/kostümler, amatör oyuncular ve kırık dökük sahnelerde gösteriler yaparak o şehir senin, bu kasaba benim dolaşan tiyatro trupları çoğunluktadır. Parlak bir gelecek vaad etmeyen bu ortamda genç Ahmet Fehim’in şansı, Fasülyeciyan Topluluğu’yla Bursa’ya gidip, tiyatroya tercüman ve sanat hamisi olarak önemli katkılar yapmış Vali Ahmet Vefik Paşa ile tanışmış olmasıdır. Topluluk Bursa’ya gittiğinde, Ahmet Fehim’in ifadesiyle, “Paşa’ya yaranmak için” Meraki ve Zor Nikah oyunlarını sahnelerler. Bir Moliere hayranı ve tercümanı olan Paşa, dönemin en iyi Moliere oyuncusu sayılan Fasülyeciyan ve topluluğunu himayesine alır. Moliere’den maharetle çevirdiği oyunları layıkıyla sahneleyebilmeleri için her türlü imkanı seferber eder. Tiyatronun önemli bir unsuru olan kostüm bakımından oldukça fukara olan toplulukların aksine, Fasülyeciyan Topluluğu Paşa’nın Fransa’dan getirttiği kataloglardan aslına uygun dikilmiş kostümlerle uzun süre Bursa’da Moliere komedilerine çıkarlar. Ahmet Fehim’in anılarından Paşa’nın melodram tarzı oyunlara karşı olduğunu öğreniriz. Yaptırdığı tiyatroyu topluluğa tahsis eden Paşa’nın şartı hep Moliere sahnelemeleridir. Onun şehir dışına gittiği her sefer topluluk epey seyirci çeken melodramlara yüklenir. Bunun farkına varan ve sonraki dönemlerin yüksek kültür-popüler kültür tartışmalarına yetişse nerede duracağı belli olan Paşa bir gün, “Ben yokken o pis oyunlarınızı oynayın da kurtlarınızı dökün” der.
EKMEK HAMURUNDAN ÇENE
Fakat her topluluk onlar kadar şanslı değildir. Ahmet Fehim’in anlatımına göre, en iddialı topluluklar bile dekor niyetine tanınmış dekoratör Merlo tarafından hazırlanan perdeleri kullanırlar. Mağara, salon, divanhane, hapishane, mezarlık, meydan, cadde, kilise, fukara odası, zengin odası, kütüphane, deniz, orman, bahçe vb. inip kalkan perdelerle temsil edilir. Yine oyunların vazgeçilmez unsuru olan makyaj iptidai yöntemlerle yapılır. Ahmet Fehim, rolünün gereğine göre oyuncunun yüzüne yerleşecek burun, çene gibi eklentilerin pamuk hamuru ya da ekmek içiyle yapılıp boyandığını anlatır. Efsanevi tiyatro karakteri İbiş’i canlandıracak tuluatçı, bıyığı ve kaşını yakılmış şişe mantarı ile karartır mesela. Bu kimselere “mantarlı komik” adı verilir. Yeşilçam prodüktörlerini andırır biçimde, dönemin tiyatro idarecileri de oyuncuyla sözleşme imzalarlarken, en az üç kat günlük kıyafet, frak, redingot, smokin, muhtelif şapka, perukalar ve bastona varıncaya kadar çeşitli giysi ve aksesuara sahip olması şartını koyarlar. Tarihi ve milli kostümlerse yönetimin sorumluluğundadır. Görüldüğü üzere oyunculuk hiç de çulsuz birinin harcı değildir. Buna rağmen sahne tozuna meftun olanlar oyunculuktan başka sülükçülük, yazma baskıcılığı, diş ağrısı için pis kokulu kükürt kupalar yapıp diyar diyar dolaşarak kazanç elde etmeye bakarlar.
Peki kimler daha çok rağbet eder sahneye o dönemde? Ermeniler. Erkeklerin çoğunlukta olduğu bu sanatta kimi jön olarak melodramlarda, kimi komik olarak vodvillerde parlayan Fasülyeciyan, Büyük Benliyan, Tospatyan, Triyans, Çaprast, Atamyan, Çanıkyan, Holasyan, Binemeciyan ile az sayıdaki kadın oyuncudan Madam Fasülyeciyan, Hiranuş, Nırvant, Şirinyan, Virjinya, Sofi ve nihayet bugün bile adları hatırlanan Eliza Binemeciyan ve Kınar ve daha fazlası. Ece Ayhan’ın yıllar sonra “Kınar Hanım’ın Denizleri” şiiriyle ölümsüzleştireceği Kınar Hanım, 1890’da annesi aktris Madam Bercuhi ile ilk kez Tekirdağ’da sahneye adım atar. Punçinella’da Kolombina rolünü oynar. Ancak ilk tecrübesinde gülüp utanarak Ahmet Fehim’in arkasına saklanır. Ertesi akşam ise Aleylik Oğlu melodramında Viktor rolüyle yıldızını parlatır. Kınar’ın yıldızı sahnede kaldığı yıllar boyunca hiç sönmeyecektir.
Dekordan, kostümden ve hikaye kurmaktan iyi anlayan Ahmet Fehim, adı geçen bu oyuncuların bir bölümüyle küsüp, diğer bölümüyle barışarak kumpanyadan kumpanyaya savrularak Abdülhamid istibdadı altındaki Osmanlı coğrafyasında neredeyse sahne kurmadık yer bırakmaz. Bir kısmı ilk kez tiyatroyla karşılaşan şehirlerde, çoğunluğu bürokrat, bir bölümü de gayrimüslim zengin tüccarların desteğiyle kalıcı tiyatro binaları inşa edilip, tiyatro toplulukları oluşturulmasına ön ayak olurlar. Palazlandıkça oyunculuğun yanı sıra sahne amirliği ve tiyatro sahipliği de yapacak olan Ahmet Fehim’in üç müzmin derdi vardır: Tüm oyuncular ve tiyatro sahipleriyle ortaklaştığı gelir istikrarsızlığı, Abdülhamid sansürü ve kişisel kaygısı olan Ermeni olmakla “itham edilmek”.
MEMLEKETİN ERMENİLERİ
Gelir istikrarsızlığı yeni bir oyun, yeni cazip oyuncular ve tiyatrosever yahut tiyatroyla yeni tanışmış bir seyirci topluluğu sayesinde keselerini doldurdukları kısa dönemlerin ardından, sezonun bitmesi, savaşlar, doğal afetler ve ayaklanmalarla ortaya çıkan iç karışıklıklar ve devletin müdahalesi sebebiyle uzun yoksulluk dönemleri anlamına gelir tiyatro kumpanyaları için. Devletin müdahalesi istibdat döneminin karakteristik özelliği olan sansür biçiminde ortaya çıkabileceği gibi, kadın oyuncuları ve tiyatro metinlerini hedef alan gayri ahlakilik ve nihayet Ermeni oyuncuları hedefe koyan milliyetçi politikalar biçiminde de tezahür edebilir. Bunun yanı sıra, Türkçe dışındaki metinlerin oynanmasının yasaklandığı dönemler ile softaların organize ettiği yobaz güruhun saldırılarını da unutmamak lazım. Ahmet Fehim’in anlatısına bakılırsa, kimi şehirlerde oyun oynamaları “Ramazan’da tiyatro değil ibadet yapılır”; “sizin yüzünüzden memlekete kuraklık, bereketsizlik gelecek” denerek veya haraç istenerek, sahne basılıp kavga çıkartılarak baltalanır.
Ahmet Fehim kişisel derdi olan Ermeni olmakla “itham edilme” meselesini sık sık dile getirir. Tümü Ermeni oyunculardan oluşan tiyatro topluluklarının birinden çıkıp diğerine dahil olduğu yıllarda, meslektaşları onun “Türklüğü”nden faydalanarak kendilerine bir koruma kalkanı oluşturmak ve gittikleri yerlerde onay görmek derdindedirler. Ahmet Fehim ise her fırsatta Türklüğünü vurgulayarak kendisini onlardan ayırmaya çalışır. İstibdat yanlıları Ahmet Fehim’i kötülemek istediklerinde ailesinin “Ermeni ve kafir” olduğu söylentisini yayarlar. “Ben senelerce Ermeni arkadaşlarımın içinde yapayalnız kaldım. İlk Türk sahne aktörü bendim. Sonradan Nuri isminde biri geldi. Fakat zavallı benim kadar cesur olamadı; çekildi gitti. Ben ise Meşrutiyet’e kadar, hatta Meşrutiyet’ten sonra da didindim, uğraştım”. Uzun yıllar bir tiyatro oyuncusunun tanıklığının mahkemelerde kabul görmediğini, hatta tuluat kumpanyasından Ali Efendi öldüğü zaman cenazesine hiçbir Müslümanın katılmadığını da hatırlatır. 1895-96 yılları arasında yaşanan ve bir Ermeni topluluğunun Babıali’ye yürümesiyle başlayan olaylardan sonra, devlet nezdinde başlayıp Müslüman halka da sirayet eden, Ermenilere yönelik husumet Ermeni tiyatro oyuncularının sahnelerden uzaklaşıp korku içinde bir köşeye çekilmelerine sebep olmuştur.
İstibdat döneminin gayrimüslimlere yaklaşımı, Ahmet Fehim’in ilk evliliğini yaptığı İkbal Hanım’ın hikayesinde billurlaşır: Ahmet Fehim Ankara’da tabelacılık, ressamlık ve marangozluk yaparak geçimini sağladığı dönemde, bekar olmasını fırsat bilerek her akşam sofrasına dadanan Mektupçu ve Saray jurnalcisi Rükneddin Bey’den kurtulma çaresi ararken, Vali Abidin Paşa ona bir çözüm önerir. “Burada devlete sığınmış, ancak uğrunda kan dökülmüş yeni Müslüman olmuş, İkbal isminde Kayserili bir genç kız var. Gel bunu sana geçici bir zaman için nikahlayalım. Bu nedenle Mektupçu, harem var diyerek evine uğramaktan çekinir”. Ahmet Fehim, “basit ruhlu, hasta bir kadıncağızdı” diye andığı ilk eşiyle bu vesileyle evlenir. Bu hikayede, Ahmet Fehim’in baş belası bir misafirden, Vali’nin de başına dert olan “sahipsiz” bir gayrimüslim kadından kurtulmak için buldukları çare olarak İkbal’e yaşattıkları ve pek de önemsemedikleri travma dehşet vericidir. Kayseri’den Ankara’ya nasıl geldiği, neden din değiştirmek zorunda kaldığı, uğruna kan dökenlerin onu nasıl bir belayla baş başa bıraktıkları, siyasi ve sosyal tarihimize de ayna tutabilecek başlı başına yazı konusu. Basit ruhlu bulunarak küçümsenen İkbal kısa sürede ölüp gidecektir. Ahmet Fehim’in Ankara Ermenileri hakkındaki gözlemleri de pek iç açıcı değildir: “Ankara çöl ortasında bir şehir. Katolik Ermenilerinin oturdukları bir beldeydi. Müslümanlar azdı. Bunlar da kuytu, izbe gibi yerlerde, kümese benzer evlerde adeta tünemişlerdi. Zaten memleketin efendisi olan bizler, daima yavuz hırsızın hışmına uğramış ev sahiplerine döneriz…”
95’LİK VALİ VE ÇÖPÇÜ ANDON
Ahmet Fehim’in anıları tiyatro kumpanyaları ve oyuncuların hikayelerinden ibaret değildir. Dönemin ilginç siyasetçilerine ve toplumsal yaşantısına dair ilgi çekici anlatılar da karşımıza çıkar. Mesela Edirne Valisi Hacı İzzet Paşa:
“Edirne valiliği sırasında 95 yaşındaydı. Hâlâ Sultan Mecit zamanından kalma, sırmaları kararmış, şapkasındaki mukavvalar dışarı fırlamış, dizleri yağdan parlamış paşa üniformasını giyiyordu. Çok iğrendiği için yeni elbise giymek istemiyordu. Ayağını yıkamak için gidip leğenin içine büyük mesti suyla doldurarak bırakır, ayağını mestin içine sokarak yıkarmış. Yatarken odasının ortasından zıplayarak karyolanın üstüne kendini atar, sonra gecelik takkesini havaya fırlatır, hokkabazlar gibi takke havadayken bir defada kafasına geçirmeye çalışır, ancak ondan sonra uyurmuş. Her gittiği yerin kapısı önünde dakikalarca dönüp dolaşır, ancak sağ ayağının eşiğe rast gelmesinden sonra eşiğe adımını atarmış. Erzincanlı olduğundan iç çamaşırlarını Edirne’den Erzincan’a göndererek yıkatırmış. Bu dejenere paşanın iki milyon liralık servetini, Padişah Sultan Hamit’e terk ettiğini vasiyet edip Edirne Valiliğine atandığından söz ediliyordu.”
Ya da Fasülyeciyan’ın karısı Hiranuş’un dayısı Çöpçü Andon’un İstanbul’a hizmeti:
“Çöpçü Andon, İstanbul’un sokakları çöp ve pis koku içindeyken ve henüz temizlik işleri belediyece ele alınmamışken küfelilerden bir grup oluşturup, ufak bir aylıkla evlerden çöpleri toplarmış.”
Ahmet Fehim’in en büyük dertlerinden olan Türk kökenli tiyatrocu sayısının azlığı, 2. Meşrutiyet’in ilanıyla bir ölçüde ortadan kalkar. O dönem adım başı sahnelenen Vatan Yahut Silistre oyununda rol almak için yarışan gençlerden bir kısmı gelecekte tiyatronun kurumsallaşmasına katkıda bulunacak önemli oyuncular olacaklardır. Burhaneddin Tepsi, Raşit Rıza, İ. Galip Arcan, Muvahhit gibi… Ahmet Fehim’e gelince, Cemil Paşa (Cemil Topuzlu) İstanbul’a belediye başkanı olduğunda Paris’ten meşhur Andre Antoine’yi getirtip önceleri bir tiyatro okulu olan Darülbedayi’yi kurdurunca orada eğitmenlik yapmaya başlar. Darülbedayi bir okul olmaktan çıkıp tiyatroya dönüşünce de sinema sektörüne girip 1919’da Mürebbiye, Binnaz gibi filmleri çeker. 1926’da köşesine çekilip anılarını kaleme aldıktan kısa süre sonra, 1930’da ölür. Adını ressam oğlu Münif Fehim yaşatacaktır.
Sahnede Elli Sene, Ahmet Fehim, Mitos/Boyut Yayınları, 2002.