Fatih Altınöz: Deliliğe yönelik tavrı eleştirdim
Fatih Altınöz'le yeni kitabı Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum üzerine konuştuk. Altınöz, "Kitapta deliliğe yönelik tavrı ve tımarhanedeki uygulamaları sinemanın onların üzerine kondurduğu şematik negatiflikten, grotesk bakıştan arındırmaya, asıl dokunulması gereken ve daha önemli gördüğüm eleştiri noktalarına yaklaştırmaya çalıştım" dedi.
DUVAR - Psikiyatr, dergici, senarist ve yazar Fatih Altınöz’ün “Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum” isimli kitabı Çınar Yayınları’ndan çıktı. Altınöz’ün ilk hekimlik yıllarından başlayarak hekimliğinin son gününe dek uzanan, özellikle 90’lı yıllarda, karşılaştığı delilerle olan ilişkilerini anlattığı kitabı hayata dair küçük ve anlamlı detayları barındıran, insanın kendinden bir parça göreceği eski zaman fotoğraflarını andırıyor. Biraz anı, biraz öykü, biraz anlatı, biraz biyografi türündeki “psiko-politik hikâyeler”i kitabın yazarı Fatih Altınöz ile konuştuk.
Psikiyatr, dergici, yazar ve senaristsiniz… Bilmediğimiz başka ne hüneriniz var? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
İnegöl doğumluyum. Bütün öğrenimimi Bursa’da tamamladım, ihtisas hariç. Bilmiyorum hepsinde hünerli miyim, ama saydığınız alanların birbirine yakın olduğunu düşünüyorum.
Bir şey daha sayabilirim yukarıdakilere ilaveten zaman içinde gelişen; hem amatör üreticisi olarak hem de tarihi, dili, kültürü, dünyadaki envai çeşidi ile şarap hakkında oldukça bilgili olduğumu söyleyebilirim.
90’lı yılların oldukça ses getiren, bugün dergicilik mevzusu konuşulduğu sıkça adından söz ettiren Şizofrengi Dergisi’nin kurucususunuz. Türkiye dergiciliğinde önemli bir eşik olduğu konusunda pek çok kişi hemfikir sanıyorum. Şizofrengi’yi bugün çıkarmış olsaydınız, yine aynı etkiyi yaratır mıydı sizce?
Sanmıyorum. Şizofrengi’nin ortaya çıktığı dönemin koşulları oldukça farklıydı şüphesiz. Dönemin öne çıkan dergileri birtakım ünlü yazarların yazdıkları yazılardan oluşuyordu. Sadece onların isimleri üzerinden bir dergicilik yürütülmekteydi. Hiçbirinin düzenli okuru değildik. Daha önce hiçbir yerde yazı yazmamıştık. Psikiyatride hasta ile doktor arasındaki kurulu pratik ve teorik duvarları yıkmaya kararlı biri olarak dergi çıkarırken klasik dergicilik tarzını ve oralardaki yazar-okur hiyerarşisini daha baştan hiç umursamadığımı belirtmeliyim. Okur olarak benimsemediğim, doktor olarak yıkmak istediğim bir hükümranlığı yazar olarak niye sürdüreyim? Şizofrengi’nin kurduğu dil ve içerik kadar biçimi de bu temelde oluştu. Okurlarıyla arasında bilgi üzerinden tahakküm kurmaya kalkışmayan onları da yazar olmaya kışkırtan bir dergiydi bizimki. Kapakta yazarların değil yazıların öne çıkarılması, anonim kalma gayreti, yazar değil yazı seçimi, ünlü yazarlara daha baştan kapıların kapanması, mottosu, künyesi, sayfa altları, sayısız müstear isimli yazısı, ekleri, hiç fotoğraf kullanmadan değişik edebi türlerdeki yazılardan elde edilen renkler... Bugün ne o günlerdeyiz ne de dergiyi çıkaran kişiler olarak aynı kişileriz.
“Tımarhaneler insan müzeleridir” ve “Deliler hiçbir zaman akılsız değildir” gibi iddialı cümleleri bünyesinde barındıran “Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum” isimli kitabınız, psikiyatr geçmişinize odaklanıyor. Kitabın yazım sürecinizden bahseder misiniz?
Bir yazar arkadaşım yayın yönetmeni olarak bulunduğu dergi için yazı yazmamı istedi. Bir ortak tema olmaksızın süreli yayınlarda yazı yazamıyorum. Bari bildiğim delileri yazayım, dedim bilebildiğim kadarıyla. Kitap fikri de o arkadaşımdan çıktı. Psikiyatrik ömrümün özellikle başlangıç yılları çok atak geçmişti. Fakat buna ilişkin elimde tutulmuş hiçbir not yoktu. Hafızama kalmıştım. Kitabı Ağustos ayı süresince yazdım bitirdim desem yalan olmaz. Sıcak iyi gelmiş olabilir!
Kitabınızın ismi 12 Eylül askeri darbesi sonucu 13 yıl boyunca cezaevinde kalan bir kişinin, askere gidişi sonrası, size söylediği bir cümleden oluşuyor: Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum. Aradan geçen yılları düşündüğümüzde bütün bir ülkenin komple bu raddeye gelmesinin sebebini bir psikiyatr ve yazar olarak nasıl yorumlarsınız?
70’lerde pek çok devrimciyi, değerli aydını öldürdüler. Tabuta son ve en güçlü çiviyi 12 Eylül ile çaktılar. 12 Eylül milattır. 12 Eylül ABD’nin kulu kölesi Türkiye mali oligarşisisinin emir komutası altında olan askeri bürokrasiye uygulatılan bir soykırımdır. Yüzbinlerce vasıflı genç insana yönelik topyekûn bir saldırıdır. Kötülüğün bu toprakların her karışına sızışının miladı. Koyunun olmadığı yerde her alandaki bir sürü vasıfsız keçiye bu nedenle Abdurrahman Çelebi denebildi. Tabii bu benim görüşüm. Zira birçok psikiyatr solcusu, liberali, faşisti 12 Eylül’ün getirdiklerinden kendi kariyerleri için çeşitli şekillerde nemalanmıştır.
Türkiye adı verilen yanardağın lav püskürtmeye başlayacağı ve ortalığın tam bir tımarhaneye dönmekte olduğu doksanlı yılların ortalarından itibaren belliydi.
Tarkovsky, “Sanat insanı ölüme hazırlar” der. Bunun felsefi yanını bir kenara bırakıp, insanın yaşamı sanattan öğrendiği ve bu yolla bir düşünsel birikim kurduğunu iddia edebiliriz. Siz de kitapta sık sık sinemaya atıfta bulunuyorsunuz. Konu “deliler” olduğunda –bir senarist de olduğunuz için soruyorum- sinemanın yanılsa(t)ma olasılığını nasıl yorumlarsınız?
Bu sorunuz için örneği Guguk Kuşu’ndan seçebilirim. Sinema gösteriyor, ama insan seçiyor. Jack Nicholson’ın Guguk Kuşu’ndaki etkileyici performansı pek çok kişinin elektroşok ile ilgili olumsuz düşüncelerini belirledi. Herkes elektroşoktan bir işkence aracı olarak nefret etti, ama hiç kimse aynı kişinin oynadığı The Shining’deki psikopat karakterinden sonra ondan nefret etmeye başlamadı.
Kitapta deliliğe yönelik tavrı ve tımarhanedeki uygulamaları sinemanın onların üzerine kondurduğu şematik negatiflikten, grotesk bakıştan arındırmaya, asıl dokunulması gereken ve daha önemli gördüğüm eleştiri noktalarına yaklaştırmaya çalıştım.
Kitapta sık sık “kimin deli?” olduğu sorusunu doğrudan ya da dolaylı olarak soruyorsunuz. Hatta bir bölümde, bir doktoru anlatırken, “Bazı insanlar saniyeler içinde yazdan kışa geçer.” cümlesini kuruyorsunuz. Bana göre bir deliyi tarif etmek muazzam bir cümle ama siz doktor için kullanıyorsunuz. Bunca bilgi ve deneyiminizden sonra “kimin akıllı, kimin deli?” olduğu sorusuna nasıl cevap veriyorsunuz?
Bunun bir sınırı var mı? Varsa bilinmeli mi? Bilinmeliyse kim bilir? Kim bilebilir? Bu ayrıcalık kime verilmeli? Zaman içinde değişebilen, birbirinin içinden çıkabilen insanlık hallerine dönük kalıcı ve yargılayıcı tutum oluşturmak kimin ve ne kadar haddine olabilir?
Tabii bütün bu soruları sorarken ve çözüm önerirken psikiyatriyi iş bölümlü hayat içinde apayrı bir yerde ele almamak gerekir. Bir şeyi değiştirmek için önce yıkmak gerekir, evet ama yıkmak için yıkmak değil yapmak için yıkmak gerekir. Bunun için de önce ne yapacağınızı bilmeniz gerekir. Fakat kurulu olanın içindeyken o kadar büyük bir baskı altında oluyorsunuz ki, ne yapacağınıza dair fikirler üretebilmeniz, bunları tartışabilmeniz yeterince mümkün olmuyor. Buna izin de verilmiyor zaten. Kim akıllı, kim deli, derken sorunun asıl muhatabı psikiyatr ve psikiyatri olamaz kanaatimce. Daha büyük muhatapları var.
Kitabınızı tür olarak nasıl tanımlıyorsunuz? Biraz anı, biraz anlatı, biraz biyografi, biraz öykü… Evet, tanımlar akademi ya da endüstrinin meselesi fakat bir yazar olarak sizin fikrinizi merak ediyorum.
Psiko-politik hikâyeler olarak adlandırdım, ama hepsinden biraz sanki.
Günleriniz nasıl geçiyor? Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?
Birçok şeye üzülerek, pek az şeye sevinerek. Bu kitap beklenmedik bir hızda gelişti. Bir süre yeni bir şey yazmayacağım sanırım.