FOX TV’den emekliliğini isteyen Fatih Portakal, ayrılma gerekçesini bildirirken net bir şekilde “tabiatla bütünleşme” vurgusu yaptı. “Toprağın sakin ritminde yaşayıp ruhumu ve bedenimi dengeleyeceğim. Tabiatla olabildiğince bütünleşip kıymetini bilerek yaşam süreceğim" dedi. Sağlık, dinginlik ve huzuru tercih ettiğini söyledi, kararını "bu kadar net" vermişti.
Fatih Portakal’ın neden böyle bir karar verdiğini elbette anlayabiliyoruz. Mesleğinin ilkelerini ciddiye alan bir gazetecinin zihnî ve ahlâkî fonksiyonunu tam ve kesin bir şekilde yerine getirmesinin mümkün olmadığı bir zamandayız. Dünkü yazısında Ümit Kıvanç, “şu şartlarda, dürüst seçim hayati demokratik talep niteliği kazandı” diyordu, benzer şekilde, gazetecilik konusunda da en hayati talebimiz sadece ‘dürüstlük’. (Aslında her ikisi de ‘yumurtalı omlet’ demek gibi saçma ve gereksiz bir tanımlama. Yumurtasız omlet olmayacağı gibi, dürüstlük olmadan da ne demokratik seçimlerden ne de gazetecilikten söz edebiliriz. Ama böyle gereksiz bir vurguyu ülkedeki genel saçmalığın zorunlu kıldığının farkındayız elbette. Her neyse…) Dürüst gazetecilik istiyoruz. Ama zihnî ve ahlâkî fonksiyonunu bu yönde tam ve kesin bir şekilde yerine getirmek isteyen bir gazeteci için bunu yapmanın olanağı kalmamış, üzerindeki baskıyı (hakkında açılan soruşturmalar, çalıştığı kanala verilen cezaları vs. hepsini) biliyoruz. Bu koşullarda “Bana eyvallah!” diyor.
Ve doğaya “kaçıyor”.
Doğa, bir bakıma aydın romantizminin düşsel mekânıdır. Bu nedenle doğaya kaçış, sanat ve düşünce tarihinde soyut bir karşı çıkış olarak ünlenmiştir; toplumsal yaşayıştaki çürümeden, insan ilişkilerindeki bozulmadan, saf ve temiz olana, bozulmamış olana doğru “erdemli ricat” olarak değer görmüştür. Hellen dünyasının pagan şairlerden Türk edebiyatının köy romanlarına kadar, doğa daima bir hayal âlemi, bir duygu bastırma oyunu, saflığın ve sadeliğin sevimli masumluğu olmuştur. Petrarc ve Shakespeare’den İbsen ve Hölderlin’e, Stoa filozoflarından Abelard ve Rousseau’ya kadarki insanlık tarihi boyunca doğaya yöneliş, özgürleşim tutkusunu güçlendiren ütopik bir tema olagelmiştir.
Ama ne var ki nihayetinde bu tema dönüp dolaşıp bu dünyadan kaçma arzusunun, ondan kurtulma çabasının doğurduğu bir ülkü olmaktan öteye gidememiştir. Bu yüzden her zaman (mesela Jean-Jacques Rousseau’nun uzletinde olduğu gibi) “toplumun genel akılsızlığından akıllıca uzak durma” girişimi olarak ortaya çıkmamış, yer yer (mesela Knut Hamsun romanlarında olduğu gibi) genel toplumsal yaşayış ve ahlâk karşısında güçsüzlüğü, çaresizliği ve boyun eğmişliği kabullenen bir ideolojiye de dönüşebilmiştir.
Bu ikincisinin, Hamsun’un yıllar içinde namlı bir Nazi’ye dönüşmüş olmasından anlaşılacağı gibi, tehlikeli sonuçları da olmuştur. Sovyet Devrimi’nin ilk Eğitim Komiseri Anatoli Lunaçarski ve ondan bir süre sonra da Frankfurt Okulu’nun önemli temsilcilerinden Leo Löwenthal, Hamsun’un Açlık ve Pan gibi yapıtlarındaki otoriter yönelimleri, kendisi henüz namlı bir Nazi olmazdan evvel, büyük bir analitik öngörüyle açığa çıkarırlarken, yazarın güçsüzlük ve çaresizlik içerisindeki karakterlerin selameti için kendilerini doğanın şahsında üstün bir güce teslim etmelerini telkin edişine bilhassa dikkat çekerler. (Bizim roman, şiir ve sinemamızda önemli bir yer kaplayan, düş kırıklığına bağlı olumsuz bir tutkunun ürün olan “taşra edebiyatı”nın da benzer bir eleştirel analize tabi tutulması ilginç sonuçlar verebilir!) Buna karşılık, Fransız Devrimi’nin fikri önderi Rousseau’nun Paris hayatından kaçışının, doğadaki Yalnızgezerin Düşlemleri’nin Devrim’e katkısı konusunda hiç kimse hiçbir şüphe duymaz.
Yani bu tür kaçışlar kategorik olarak yanlış addedilemezler; kötü dünyadan kaçışa da dönüşebilir, kötü dünyayı kurtarma azmine de. Gazeteci, sanatçı ya da düşünür… Entelektüel diye bir insan türünden söz ediyorsak eğer, kendisinden ikinci olasılığın çıkmasını bekleriz. Çünkü entelektüel dediğimiz insan, dünyayı, o dünyadaki kendi yerleriyle sınırlı görmeyen insandır. Dünyayı kendi bulunduğu yerle sınırlı gören insan, kötü, çirkin ve yanlış olana direnmez, bütün bunlardan kendisi için bir serbestlik ister, küçük dünyasındaki kişisel yaşamına sığınır. Entelektüel, yani kötü dünyayı kurtaracak olan toplumun dinamik kesimleriyle bütünleşmenin yollarını bilen insan ise, toplum tarafından yalnız bırakılmayı değil, toplumla bütünleşmeyi, iyi, güzeli, doğruyu aramada onunla birlikte yol almayı talep eder. Entelektüelin gazeteci türü de bu yola gerçeği arama noktasında katılır ve katkı sunar.
O yüzden, bilen özne olarak entelektüelin aldığı doğaya kaçış türünden kararlar, sadece “kişisel tercihler” çerçevesinde açıklanamazlar; bu kararlar, onları almayı neredeyse zorunlu kılan yapısal koşulların varlığına güçlü biçimde bağlıdırlar. Mesela Türkiye için bu yapısal koşullar ne olabilir? Kişi iktidarın sınırlamalarını kabul eder ve böylelikle kendi mahkûmiyetinin temel nedeni haline gelebilir örneğin; kendinde böyle tehlikeli bir eğilim görüyorsa da bundan kaçar. Fatih Portakal’ın kaçışı da böyle gerçekleşmiş olabilir. Ama bu tür kaçışlar fazlasıyla, toplumdan kendisi için bir serbestlik istemeye, toplumsal hayatın insana yaraşır biçimde yeniden yapılanması konusunda kişinin yüklenmesi gereken sorumluluktan bencilce kaçışına da dönüşme eğilimindedir.
Doğadaki Fatih Portakal’ın bu iki kamptan hangisinde yer alacağı henüz belli değil; “toprağın sakin ritminde yaşayıp ruhunu ve bedenini dengeleme” arzusunun neye varacağı henüz belli değil, niteliğini ele vermesi için biraz zamana ihtiyacımız var. Oysa görüldüğü kadarıyla, aceleci eleştirilere maruz kalmaya çoktan başladı bile. Mesela Fatih Altaylı, "Portakal için 'Bıraktı' demekten çok 'Kaçtı' demek daha doğru olacak" dedi; genel olarak takdir ettiği gazetecinin “son hareketini doğru bulmadığını” belirtti.
Sosyal, fiziki ve zihni bir mesafeyi koruyarak dağınıkça gezinen bir kitleden bir araya gelip akıl üreten, gerçeği arayan bir kamuya dönüşmemiz Fatih Portakal sayesinde olmayacaktı şüphesiz. Ama toplumsal hayatın insana yaraşır biçimde yeniden yapılanması konusunda kişinin yüklenmesi gereken sorumluluktan kaçışıysa söylenmek istenen, böyle bir yargı için de henüz erken.
Çığırından çıkmış bu dünyada o dünyanın “kurbanı” olmak, mutlaka insanın insanlık onurunu zedeleyen bir durumdur ve doğaya kaçanlar, doğaya kaçmakla böyle bir tehlikeden bir ölçüde korunabileceklerini düşünmüş olabilirler. Fatih Portakal da kendisini AKP Türkiye’sinin bir kurbanına dönüşme tehlikesi içinde görmüş, yaklaşan bir şeyi sezmiş olabilir. Yine de zorunluluğun fazilet haline getirilmemesi, mecbur kalınmış olanın ideal usul olarak yerleşmemesi gerekir. Düşünsenize… “Tabiatla bütünleşmek” için Bahadır Özgür eş dost kapitalizminden haberdar etmeyi bırakmış… “Toprağın sakin ritminde yaşayıp ruhunu ve bedenini dengelemek” için Fehim Taştekin, Ümit Kıvanç artık yazmıyor… Gerçeği onlarsız aramak ne kadar tatsızlaşırdı!