“Bu ülkede kimsenin eleştiriye tahammülü yok!” cümlesini hayatımızın bir evresinde çevremizdeki herkesten duymuşuzdur. Eleştiri dendiğinde ise aklımıza ya övgü ya sövgü gelir. Herkes övülmeyi bekler, “eleştiri”den “övülmeyi” anlar.
Karşımızdakinin şayet bir eleştirisi varsa “fikrini kendine saklamalıdır”. Saklamazsa da sosyal medya üzerinden saniyeler içerisinde ve ağız birliği etmiş bir trol ordusu aracılığıyla itibarsızlaştırılmaya hazır olmalıdır. Ne de olsa “klavye şövalyeliği” bunu gerektirir.
Oysa, nezaket, zarafet, bilgi ve akılcılık temelinde yapılan yapıcı eleştiri, bir toplumun birlikte yaşama deneyimini zenginleştirir, işleyişinde yanlış giden, aksayan boyutları teşhis edip gün yüzüne çıkarmaya çalışır. Hayata farklı açıdan bakmaya, çıplak gözle görülemeyeni görmeye yardımcı olur. Kendi yaşam etkinliğimizin bilincinde olduğumuzun dışavurumudur eleştiri...
Eleştiriyi yapan “bizim” kamptansa makbul, “öteki” kamptansa düşmandır. Gecenin bir vakti Kadıköy sokaklarında “tebliğcilerin” gezmesi ve gelen geçene ahlak dersi vermesi normal karşılanırken, seküler yaşam tarzını benimsemiş birinin en ufak bir eleştirisi, iptal kültürünü tetikleyen bir “son damla” olabilir.
2019 yılında Davos’ta henüz 16 yaşındaki İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg’in “Evimiz yanıyor. Bunu söylemek için buradayım ben. Evimiz yanıyor” eleştirileri ise, “su küçüğün, söz büyüğün” kültürüyle yetişmiş bir ülkede yapılsaydı, Greta’ya nasıl sözel saldırılar olurdu, kim bilir...
Sanatçı Beren Saat, Ankara’da katıldığı bir törende, başörtülü öğrencilerin eğitim hakkının yıllar önce ihlal edilmesini bugün eleştirdiğinde bile, diğer birçok meslektaşının çok daha ötesinde bir sağduyu ve demokrat duruş sergiliyor.
Ardından kendisine ayrılan kısacık bir zaman diliminde kadın haklarındaki sistematik gerilemeler karşısındaki üzüntüsünü dile getirdiğinde, “Kadınlar korkmuş, gençler hayalsizleşmiş, insanlarımız gittikçe kültürsüzleşmiş” dediğinde hemcinslerine dair çok güçlü bir endişesini, bir çözüm arayışı arzusuyla dillendiriyor.
Beren Saat, özgürce kurulan hayallerin yitimine, kuru hakikat karşısında hayal gücünün körleşmesine, öksüzleşmesine, renksizleşmesine, kadınların evlerine gece yarısı tek başlarına dönerken güvenlik sorunu yaşamalarına, dahası canlarından olmalarına, kişisel özgürlük alanlarının daralmasına isyan ediyor...
“O günlerde harekete geçebilecek pek çok kişi göz yumduğu için bugün ülkemizin en değerli üniversiteleri saygınlığını yitiriyor” derken, aslında hepimizin kendi aramızda konuştuğumuz, çocuklarımızı, yeğenlerimizi, torunlarımızı gelecekte nasıl bir eğitimin beklediğine dair endişelerimizi yansıtıyor.
Beren Saat, basın ve sanatta sansüre isyan ettiğinde, o isyanı sırasında çevresindeki pek çok sanatçı sanata dair ilkesel bir tavır takınmadığında kırılan sanatçı kalbi, bugün kimi vakıf üniversitelerinde yönetici pozisyonunda olanlar, bilim insanı olan akademisyenlerin üzerine yürürken, tabeladan ibaret eğitim kurumları mantar gibi türerken, bilim, sanat ve özgür düşünce saygınlığını yitirirken de paramparça oluyor.
Sanatın özgürleştirici ve eleştirel niteliği yitirilirken, duyarlı sanatçı kalpleri, beyinlerinde bir kambur misali taşıdıkları hayallerini, bir parçası oldukları topluma eşitlikçi bir düzlemden anımsatırken, tekdüze ve aceleci yorumlarla itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.
Sorun, eleştirilerin haklılığı veya haksızlığının ötesinde, bizim gibi düşünmeyen, konuşmayan herkesin değersizleştirilmesinde bir an bile tereddüt görmemek... Oysa yılların birikimiyle bugün kutuplaşmış kesimlerin konuşabilmesi için herkesin geçmişle hesaplaşması, öz eleştiri yapması, aynada kendi özüne bakıp düşünce çerçevelerini güncellemesi gerekiyor.
Konda’nın Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı için en son hazırladığı Türkiye’de Bir Arada Yaşarız Araştırması bu açıdan oldukça öğretici. “Hem aynıyız hem farklıyız.. Bu 'çelişki' değil; karmaşıklığın, yani 'normalliğin' farklı tezahürleri. İnsanların aynı beden içinde hem 'aynılığa' hem de 'farklılığa' vurgu yapması, tanınma isteği eşliğinde bir arada yaşama isteğine tekabül ediyor. Toplumsal talepler ve çeşitlilik karşısında korkudan beslenen kutupçu zihniyetler adeta saf 'inanç' niteliğinde” deniyor raporun sunuş metninde ve devam ediyor:
“Birçok kişide kamusal alandaki tecrübelerden kaynaklanan 'konuşma korkusu' mevcut. Bu tecrübeler insanların demokratik taleplerini dile getirme konusundaki cesaretlerini de kırıyor.”
İşte bu tecrübelerini kısa da olsa demokratik bir platformda konuşmaktan korkmayan Beren Saat’in gezegenimizdeki iklim sorunlarına, iklim sebepli göçlere, su ve gıda kıtlıklarına da dikkat çektiği “Kıtlık, kuraklık, eşitsizlik, ırkçılık çocuklarımızın kaderi olmasın. Berrak denizlerle çevrili bereketli Anadolu toprağının sağlıklı, umutlu Atatürk çocuklarını zeytinleriyle besleyebildiği yarınlar için lütfen göz yummayalım” cümlesindeki berrak, akılcı ve güçlü yurttaş sorumluluğu oldukça çarpıcı.
Her birey kendi bedeni ve zihninden başlayarak “sosyal” mahallesiyle, ardından da daha geniş kitlelerle etkileşimini derinleştirip zenginleştirdikçe, toplumsal cinsiyet eşitliğini merkezine koydukça varlığını anlamlandırır.
Sanatla ve toplumla barışık bir kadın sanatçının iklim değişikliği ve eğitim gibi erkek ve kadını farklı etkileyen iki konuda, iklim eylemine de eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanmasına da liderlik etmesini gerektiren bir ortamda yer alması gerekir.
2021 yılında 280 kadının katledildiği, Türkiye’nin Avrupa ve OECD ülkeleri arasında kadına yönelik şiddetin en yüksek olduğu ülkeler sıralamasında birinci olduğu, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) son raporuna göre Türkiye’nin toplumsal cinsiyet eşitliği performansının ülkenin insani gelişmede kaydettiği ilerlemenin gerisinde kaldığı ve en kaygı verici geri kalışın da gelir ve eğitim alanlarında gözlemlendiği, zeytinliklerin kıyımının ise ışık hızıyla başladığı bir ülkede elbette sanatçının tek görevi sanatını icra etmek değildir. Vicdana, akla, sağduyuya çağrıda bulunmaktır. Yaptığı eleştirilere yanıt ise, yine aynı akılcılık ve veriler üzerinden yapılmalıdır.
Ne de olsa, Winston Churchill’in sözlerine kulak verirsek, “Eleştirellik, gereklidir; ağrı ile aynı işi görür. Zira ağrı da vücutta bir arıza olduğunu haber verir.”
Sanat da işte tam da bu ağrı eşiğini ortaya koymaya, yüzümüzü uzun ve yorucu geçen bir kışın ardından bahar çiçeklerine çevirmeye, hepimizi ortak bir payda üzerinden medeni tartışma kültürüne davet eden bir araç... Karikatürüyle, müziğiyle, heykeliyle, resmiyle, edebiyatıyla, balesiyle, tiyatrosuyla...
“Zeytin ağaçlarımız katlediliyor. Yazıklar olsun” diyen Tarkan duyarlılığıdır sanatçılık. Veya içi duygu ve akıl yüklü bir konuşmaya “çöp” demek yerine, Bloomberg’de İngiltere’den yola çıkıp yolculuğu Adana’da son bulan bir plastiğin hikayesini okuyup “Türkiye, Avrupa’nın çöplüğü mü?” diye sorabilmektir.
Türkiye’de kendinden çok başkalarının hakkını gözeten özgeci sanatçıların, bir arada yaşama arzusunun bir ifadesi olarak yaptıkları en ufak bir eleştiri, tanımlama veya yorumu bir kutuplaşma konusu haline getirdiğimiz son dönemde, sürekli olarak “eleştiri sorunsalı”nı konuşuyor olmamız sizce de patolojik bir vaka değil mi?
Toplumun fertleri olarak birbirimizi içine çektiğimiz bu girdap, her konuya sıfır toplamlı oyun olarak bakmak, sadece kendi hakkını gözetmek, bu esnada da başkaları üzerinde korku iklimi kurmak, dört yanlışın bir doğruyu götürdüğü bir ilişkiler sistematiği yaratmak hepimizi aynı anda eksiltmiyor mu?
Bu eleştirilere yanıt olarak, cinsel şiddete uğrayan bir kadının yaşadığı trajedi ve ayrıcalıklı bir zümreden gelen faillerle hukuk mücadelesinden yola çıkan bir dizide bu sanatçının toplumda tecavüzü özendirdiği yönünde yorumlar yapmak, işte bu, sözcüğün en basit haliyle gülünçtür, akıl dışıdır.
Zira, Vedat Türkali'nin 1986 yapımı film senaryosundan günümüze uyarlanan Fatmagül'ün Suçu Ne? dizisi, aslında, "bir tecavüz failinin tecavüz ettiği kişi ile evlendiğinde suçun ortadan kalktığı" yönünde geçmişte var olan ancak 2005 yılında kadın örgütlerinin baskısıyla değiştirilen Ceza Kanunu maddesinin önemini ileriye dönük olarak yeniden gündeme getirmişti. Tecavüzün artık şikâyete bağlı suç olmaması, mağdur şikâyetten vazgeçse dahi yasanın suçlunun cezalandırılmasını zorunlu kılması, bu dizinin ardından birçok kamusal tartışmanın parçası olmuştu. Dolayısıyla, dizi, geçmişten günümüze kadın örgütlerinin mücadelesini göstermesi açısından çok değerli bir katkı sundu.
Bu geçmişi bilmeksizin dizinin başrol oyuncusu üzerinden yürütülen bu anlamsız polemik ise, kadın hakları alanında kaydedilen yasal ilerlemenin göz ardı edilmesi ve hatta zaman zaman kadın ile erkek arasındaki kronikleşmiş toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kadınlar arasında bir “ezme”, bir “itibarsızlaştırma” ilişkisine dönüştürme anlamına geliyor.
Okumayan, tartışmayan, eleştirmeyen, kendini yeni gerçekliklere göre düzenlemeyen, daha da kötüsü kendinde eleştirilecek ve düzeltilecek hiçbir yan bulmayan ama kendi “ötekisini” sürekli eleştirip onun üzerinden toplum mühendisliği yapmaya çalışan insanlardan örülü bir “göstergeler toplumu”na doğru evriliyoruz.
Toplumdaki kutuplaşmanın bir aynası olarak medyada ve sanatta yaratılan sanal çerçeve ile var olan gerçeklik arasındaki çizgi kayboluyor ve sadece yanılsamalardan örülü bir evren içerisinde doğru ile yanlış arasındaki ayrımın yitip gittiği, en ufak bir eleştirinin iptal kültürüne malzeme olduğu, herkesin ve her şeyin toplumda simgesel bir etiket fiyatına indirgendiği, o etiketin de her gün sosyal medya üzerinden yapılan disiplin yoklamasında yeniden belirlendiği aynalı bir odada kendi suretimize bakıp duruyoruz.
Ayna ayna söyle bize, bizden daha doğrusu var mı bu dünyada?