Faulkner'a bir giriş

Faulkner düzensiz yazar, bir Perec ya da Nabokov gibi arşiv araştırmaları ve plan yapmaz, notlar almaz. Bunun kendini sınırlayacağını düşünür. Ona bu tür şeyler sorulduğunda ise bu tür tekniklerden anlamadığını, hatta ilgilenmediğini söyler. Onun romanları ve hikâyeleri bir cümleyle ya da bir anekdotla başlar ve devam eder, karakterleri yazma süreci içerisinde doğar ve gelişir, onun metinlerine asıl yönünü veren yazma eylemidir. Karakterlerinin ne söyleyip hissettiğini yazmak için elinde kalemle onların peşlerinde koştuğunu da gene bu bağlamda söylemiştir.

Abone ol

İsmail Akgöl

Faulkner. Alkolik, ağzından sarkarken vücudunun en doğal uzantısı sayabileceğimiz piposu ve av tüfeğiyle o Güneyli küçümen. Roman yazmasını kısa boylu oluşunun yanında başarısız şairlik girişimine, tarihin, o günlerde bir aygır kadar kızışmış tarihin de iğdiş edilip uysallaşmış olmasına borçluyuz. Çünkü elimizde bunlarla ilgili neredeyse bir Faulkner kitaplığı oluşturacak kadar çok sayıda öykü var. Bol kumaş pantolonlar, tüvit ceketler ve kaba sayılabilecek kunduralar giyen, kartal gagası gibi burnu ve bir bıyığa ne kadar hayranlık duyulabilecekse o kadar hayran olunabilecek düzgünce kesilmiş bir bıyığı olan bu adamın doğaya, insanlığa, bütün yaradılışa aşk duyduğu onu tanıyanlarca sık sık aktarılır ve söz konusu aşk kitaplarının da başlıca konusudur.

Birçok entelektüel, yazar, ya da düşünür gibi onun da okula karşı ilgi ve isteği gitgide azaldı ve okuldan kaçtı. Liseyi bitirmeden bıraktı ve büyükbabasının bankasında çalışmaya başladı. Küçük yaşlarda yazarlık denemeleri olduğunu biliyoruz. Hatta entelektüel denebilecek bir kadın olan annesinin üzerindeki etkisini kendisi de ifade etmiştir. Kelimeleri kullanmadaki, neredeyse bir jumanji oyunundaki gibi kitaplardan fırlayıp karşımıza dikilecek kadar gerçek karakterler yaratma ve mekan inşa etmedeki ustalığını kendi yakın çevresinden, hatta hayli renkli bir kişilik olan büyük büyük babası Albay William Cuthbert Faulkner’den aldığını söylemek için yeterince ön bilgiye sahibiz sanırım.

Yenilmeyenler, William Faulkner, çeviri: Necla Aytür - Ünal Aytür, 192 syf., YKY, 2012.

Büyük dede iç savaşa katılmış, siyasetle ilgilenmiş, zencilerin demokratik haklarını kullanmalarına mani olacak girişimlerde bulunmuş ve bunların yanında bir de roman yazarak adından söz ettirmeyi başarmış. Torun Faulkner de 1. Dünya Savaşı'na katılmak için Kanada Hava Kuvvetleri'ne katılacak fakat eğitim tamamlanamadan savaş sona erecekti. Büyük büyük babasının tersine o Amerikan İç Savaşı'nda zencilerin yanında yer alacak ve onların demokratik haklarını savunacak, hemen hemen her kitabında zenci sorununa zencileri idealleştirmeden, bir zenci ‘yaşam formu’ yaratmadan değinecekti. Eylem gücünden, girişimcilikten ve başarıdan yoksun hayatının onu nasıl yazarlığa ittiğini Yenilmeyenler’de okuruz: “Harekete geçenler, geçer ve yaparlar, ama harekete geçemeyenler geçemedikleri için acı çeker ve bunun hakkında yazarlar.” 1962’de Oxford’da öldüğünde ardında onlarca roman, hikâye, oyun metni ve senaryo bırakarak, silik varoluşunun öcünü hayattan böyle alacaktı.

DÜŞSEL YER: YOKNAPATAWPHA

Faulkner’in romanlarında açtığı ve tedavülde tuttuğu dünya her ne kadar uydurma bir ad olan Yoknapatawpha diye çağrılsa da bu düşsel yer, insanı, tarihi, kültürü ve sorunlarıyla dünyaya karşılık gelen bir mekandır. Yoknapatawpha küçültülmüş, sıkıştırılmış bir dünyanın örneği, onun haritasıdır. Bu dünyada insanlar doğaya ve diğer canlılara karşı suç işlerler, birbirlerine karşı, tanrıya ve tanrının sevgisine karşı suç işlerler, insan uygarlığının ilerlemesine sebep olan bütün atılımlar doğanın ve diğer canlıların zararına yapılır ve bu zarar Çılgın Palmiyeler’de “Tüm yaratıklar arasında yalnızca insanın doğal duyularını bile bile körelttiğini ve bunu öteki yaratıkları zarara uğratarak yaptığını…” diye ifade edilir, gene hem bir avcılık öyküsü hem de sembolik bir okumayla modernizmin doğayla savaşı olarak okunabilecek Ayı isimli öyküsünde de bu konu dile getirilir. Tanrı doğayı tüm insanlar için yaratmış ama insan doğaya çitler örerek, kazıklar dikerek bu eşitliği baltalamıştır ve dişil doğaya zarar vererek lanetlenmiştir. Bu lanetin ortadan kalkması ve kadim ilişki tarzının yeniden kurulması için insanın eskil tarihindeki gibi bütüncül bir dünya görüşü geliştirmesi gerekmektedir, fazlasıyla Rousseaucu mantığa benzer bu mitsel önermede insan eşitsizliğinin en arkaik tarihi de anlatılır. Bu anlatılarda Hıristiyanlık etkisi görülse de Hıristiyanlık inancındaki gibi Faulkner, insanın dünyaya suçlu olarak geldiğine inanmaz, günahı ve değeri yaratanın insanın doğadaki ve insanlar arasındaki eylemleri, ilişkileri olduğunu iddia eder. İnsana bütün varlıklar için sorumluluk yükleyen kutsal kitaptaki yaratılış öyküsü üzerinde durarak, doğa, canlılar ve insan ilişkisini, varlığı bütünleyen bu zemin üzerinde sorgular ve tarihsel gerçeklikte bu ilişkiyi yeniden kurar. “Çünkü O söyledi Kitap’ta yeryüzünü nasıl yarattığını, yaptığını ve baktığını ve iyi olduğunu söylediğini. Ve sonra O insanı yaptı. O ilk önce yeryüzünü yaptı ve yeryüzünü dilsiz yaratıklarla doldurdu ve sonra O insanı yarattı yeryüzünde O’nun temsilcisi olsun ve yeryüzünde ve yeryüzündeki hayvanlar üstünde O’nun adına egemen olsun diye, ama kendisi ve soyu sopu adına sonsuza değin değişmez haklara sahip olsun diye değil.” Faulkner’in doğa betimlemelerindeki dağ, yol ve tepelerin kırık ve kesilmiş, pastel boyayla yapılmış gibi duran bozuk yapısı da mekanik uygarlığın durmadan “bilinçli ve doğurgan” doğanın bağrında yaralar açmasıyla, insanın, sorumluluk duymaksızın, bütün canlıları sonsuz arzu ve iştahına yetiştirmeye çalışırken bunlara zarar verip yapısını bozmasıyla ilgilidir. Romanlarındaki birçok karakterin doğayla ilişkisi bozuk ve sorunludur.

Ses ve Öfke, William Faulkner, çeviri: Rasih Güran, 294 syf., YKY, 2011.

Ayı’da Flem Snopes adında bir banker Old Ben’in yaşadığı ormanı parselleyerek burjuva ailelere satıp imara açar, Ses ve Öfke’de Jason, doğadan ve doğadaki canlılardan iğrenir, hatta serçe ve güvercinlerin oraya buraya pislemelerine ifrit olup hepsini öldürmek ister ama onları öldürmek için yapılan masrafa bile değmeyeceklerini düşünür, anne ise, doğadan ve doğanın sesinden, kıpırtılarından uzaklaşıp nerdeyse cam bir fanusa benzeyen odasında zayıf bir ışık gibi yaşamaya devam eder, onu dışarıda nadiren görürüz, hayvanlar ve doğadaki diğer canlılar onu ürkütürken, makineler ona güven verir, Kutsal Sığınak’ta Benbow’da bu ilişkiyi yitirmiş bir kişidir. Çılgın Palmiyeler ve Irmak Baba adlı iki uzun öyküde ise sözünü ettiğimiz ilişki birbirinin antitezi olarak verilir, Irmak Baba’da taşan Mississippi Nehri doğayı temsil eder, öykü nehrin taşmasıyla zor durumda kalan insanlara yardım etmeleri için geçici olarak serbest bırakılan tutuklulardan birinin hamile bir kadına ve doğumuna yardım etmesi üzerinden anlatılır, mutlak bir sorumlulukla hayatlarını kurtardığı kadın ve bebek dolayısıyla ırmak ona ve diğer insanları kurtaran mahkumlara karşı sevecen ve iyi davranır. Fakat Çılgın Palmiyeler’de her şeyden ve tüm bağlantılardan uzakta saf aşkı yaşamaya ve aşklarına mani olacak bebeklerini yok etmeye çalışan iki sevgiliye doğa pek de iyi davranmaz, soğuk ve açlıkla mücadele ederler, erkeğin henüz tıp stajını tamamlamadığı için cerrahlık deneyimi olmadan kürtaj yapmaya kalkması sevgilisinin hayatına mal olur, kendisi de bundan hüküm giyer. Buna karşı romanlarında doğayla ilişkilerini koruyan karakterler ise, ya çocuklar ya da zenci ve Kızılderililerdir, bunlar da çoğu kez gülünç ve uyumsuz karakterler olarak karşımıza çıkar.

Ayı, William Faulkner, çeviri ve önsöz: Murat Belge, 146 syf., İletişim Yayınları, 2014.

HEP SHAKESPEARE KİTABIYLA DOLAŞAN FAULKNER

Uzak kalmamak için yanında hep bir Shakespeare kitabı taşıdığını söyleyen Faulkner'ın karakterleri de kahramanlarının trajik yönüyle Shakespeare’e benzerler, karakterler ortaya çıkar, yasa dışına itilir, acı çekerler, mücadele eder ve ölürler. Bu kapsamda değerlendirilebilecek en yalın karakter Ağustos Işığı’ndaki bir İsa imgesi olan otuz üç yaşındaki Joe Christmas’tır.

Amerika'nın dinsel inancı yaşayış tarzını çok sert bir şekilde eleştirdiği romanda Christmas çoktan yasa dışına itilmiştir, etine, kara derisine çakılmıştır, kendinden dışarı çıkmak onun için imkânsızdır, çünkü o, insanların beyaz ve siyah olarak ayrıldığı bir toplumsal yapının içine doğar, beyaz ya da siyah olarak değil, sadece insan olarak kabul görmek için mücadele eder, ve bir sokakta insanlar tarafından linç edilir, öyle ki, yeryüzündeki bütün kötülükler onun kara bedeniyle bütünleşmiş gibidir, kötülüğün hüküm sürdüğü bir dünyada kendini kurban eden bir İsa gibidir o. Christmas gibi diğer kahramanlarının mücadelesi de başarısızlıkla sonuçlanır, ya yenilirler ya da varlıkları ortadan kalkar.

Fakat buradan umutsuz bir tablo çıkartacağımız anlamına gelmesin bu. O her şeyden önce insana inanır, insanın bütün kötülüklerden arınmış, hesaplardan, çıkarlardan, kıskançlık ve ayrımcılıklardan, savaş ve cehaletten kendini ve diğer insanları kurtaracak ve bir dünya oluşturabilecek güçte olduğuna inancını korumuştur. Çünkü dünyada olmanın bir anlamı vardır, ve bu yargı da onun tanrıya olan inancıyla ilişkilendirilebilir. Dünyayla, canlılarla ve insanlarla arasındaki ilişki bu metafizik düzlemde anlam bulur. Bu izleğin en güzel göstergesini de Kurtar Halkımı Musa’da buluruz: "Burada, yeryüzünde, olup biten her şeyi bir düşün. Düşün ki yaşamak, hayattan tat almak için kaynayan güçlü kanı sonunda toprak emiyor. Elbette aynı zamanda keder ve acı da var, ama gene de, her şeye karşın, hayat yaşayana bir şeyler, pek çok şey veriyor, çünkü sonuçta acı çekmek olduğuna inandığın bir şeye katlanmak zorunda değilsin, her zaman bunu durdurmayı, buna bir son vermeyi seçebilirsin. Ve acı çekmek, kederlenmek bile hiçlikten iyidir, yaşamamaktan kötü yalnız bir tek şey vardır, o da utanç. Ama sonsuza dek yaşayamazsın ve hayat her zaman sen tüm olanakları yaşayıp tüketmeden önce biter. Ve bütün bunlar bir yerlerde var olmayı sürdürmeli, bütün bunlar yalnızca bir yana atılmak için icat edilmiş, yaratılmış olamaz."

Çılgın Palmiyeler, William Faulkner, çeviri: Necla Aytür-Ünal Aytür, 272 syf., YKY, 2011.

Faulkner düzensiz yazar, bir Perec ya da Nabokov gibi arşiv araştırmaları ve plan yapmaz, notlar almaz. Bunun kendini sınırlayacağını düşünür. Ona bu tür şeyler sorulduğunda ise bu tür tekniklerden anlamadığını, hatta ilgilenmediğini söyler. Onun romanları ve hikâyeleri bir cümleyle ya da bir anekdotla başlar ve devam eder, karakterleri yazma süreci içerisinde doğar ve gelişir, onun metinlerine asıl yönünü veren yazma eylemidir. Karakterlerinin ne söyleyip hissettiğini yazmak için elinde kalemle onların peşlerinde koştuğunu da gene bu bağlamda söylemiştir.

Sanatçının patronaj yoluyla birinin hükmüne alınıp propaganda nesnesi haline getirilmesi konusunda ise bu gibi sanatçıların ikinci sınıf sanatçı olduğunu, gerçek sanatçının kimsenin kontrolü altına giremeyeceğini, çünkü zaten sanatçının da kendi kendisini kontrol edemediğini söyleyerek aşkın bir gerçeği dile getirir.