Savcıların önde gelen görevlerinin başında “iddianame” düzenlemenin geldiğini biliyoruz. Yasalara aykırı bir olay zuhur edecek; bu gelişmeyle ilgili deliller toplanacak; varsa gizli / açık tanıklar dinlenecek; ve sonuçta ortaya söz konusu yasadışı gelişmenin faillerinin ceza yasasına göre hangi cezaları alması gerektiğini talep eden bir iddianame çıkacak.
“İddianame”den beklenen -hiç şüphesiz- ele aldığı ve cezalandırılmasını istediği fiilin niçin suç oluşturduğunu –sadece mahkeme heyetinin değil- metni eline alan hemen herkesin makul karşılayabileceği, “Ne alâkası var şimdi?” türünden tepkilere neden olmayacak bir akıl yürütme yöntemi çerçevesinde temellendirmesidir. Hadi oldu olacak bir adım daha ilerleyerek, bu “akıl yürütme” yönteminin “tümden gelim” değil de “tüme varım” yöntemi olması gerektiğini de araya sıkıştıralım! Yani bir bakıma önce “ceza”yı tespit edip “dosya”yı sona bırakarak değil, dosyadan cezaya giden bir akıl yaratma zinciri… Bu zincir kurulabilsin ki, süreci izleyenler de “sanıklar” da söze bir yerden girebilsinler.
Yazının başlığında söyledim: “Fazla ‘iddialı’ iddianameler”. “Hangileri?” derseniz, bildiğiniz gibi saymakla bitmez. Ben bunların içinden –“taze” olmaları bakımından- bugünlük iki tanesini seçtim. Hepinizin bilgi sahibi olduğu iki dosya: “Büyükada dosyası” ve “Akademisyenler dosyası”.
Bu dosyaların ilkinde istenen ceza 15 yıla kadar hapis cezası. İkincisinde ise 7,5 yıl hapis cezası.
Ne dersiniz, söz konusu iddianameler haddinden fazla “iddialı” değil mi?
Bu dosyalara ilişkin iddianameleri kısaca toparlayalım / hatırlayalım kısaca:
“Büyükada dosyası”nın iddianamesinde şeyle bir “şey” var mesela:
“Adalet ismiyle isimlendirilen yürüyüşün Gezi Parkı olayları benzeri şiddet içeren ve toplumda kaos oluşturacak olaylara dönüştürülmesinin amaçlandığı açıkça anlaşılmıştır.”
Bu “tespit”in neresinden başlasak bilmiyorum ki… Bir kere her şeyden önce ne “Adalet yürüyüşü” ne de (tabii ki) “Gezi Parkı olayları” yasadışı, “şiddet içeren ve toplamda kaos oluşturacak” olaylar değildi. İkinci olarak 10 kişilik bir küçük grup “Adalet yürüyüşü”nü ne yapıp edip de “Gezi Parkı olayları”na dönüştürebilir?
Bu türden bir suçlamayı akıl eden “iddianame”nin hayal gücünün genişliğine hayran olmamak mümkün değil!
Yine aynı dosyayla ilgili olarak dosyaya giren şu “gizli /açık tanık” meselesi: Biliyorsunuz, toplantıyı bir “şer odağı” olarak polise ihbar eden bu “tanıklar”, toplantıda “çevirmenlik” görevini üstlenmişler. “Gizli tanık 1”, ifadesinde, “toplantıda şifrelemelerden bahsedildiğini, katılımcılardan birinin dernekte bulunan bilgisayarın polisin eline geçmesi durumunda çoğu kişinin yanacağından bahsettiğini…” söylüyor. Hangi ciddi bir iddianame böyle bir (gizli / açık fark etmez) tanıklığa itibar edebilir? “İddianame”de yer alan “bylockçu” meselesi de önümüzdeki işin ne derece ciddiyetten uzak olarak dosyaya girdiğinin bir başka örneği. Avukat Oya Aydın Göktaş, bakın bu hikayeyi nasıl açıklıyor (Duvar):
“Nalan’a emniyet sorgusunda ‘Sizi Bylokcu biri aramış’ denildi. Numara, Prof. Dr. İştar Gözaydın’ın telefon numarası. Tesadüf İştar Gözaydın’ın avukatı da aynı soruşturmada ifade için bulunuyordu. Avukat arkadaşımız hemen uyardı ve ‘Hayır. İştar Gözaydın’ın telefonunda bylock çıkmadı. Evrakta yanlış bilgi var. İştar Gözaydın’ın telefonunda Bylock çıkmadı’ diyerek düzeltilmesini talep etti Polis inceledi ve “Hata yapılmış” diyerek evrakı düzeltti.
Polis, hata yaptığını kabul etti, Peki gerekçe değişti mi?”
Nalan serbest bırakıldı. Fakat Günal Kurşun tutuklandı. İnsan hakları savunucuları ve gazetecileri ‘Bylock kullananlar aradı’ diye derdest edip, tutuklayıp hapsediyorlar. Öte taraftan, Bylock kullanıcıları hakkında bir şey yapılmıyor. Nalan, ilk aşamada serbest bırakılmıştı ancak müvekkilim İlknur Üstün gibi savcılık tekrar hakkında yakalama kararı çıkarttı ve şu anda ikisi de tutuklu.”
Dosyadaki “Türkiye haritası” konusu da benzer bir gayri ciddiliğin örneklerinden birisi. “Gizli” olmayan bir toplantıdan “iddianame”de çıkarılan sonuçları çıkarabilmenin gerçekten çok “iddialı” bir çabanın ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
Geçelim “akademisyenler dosyası”na:
Bu “iddianame”ye hâkim olan ruh bir zamanların “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”ni aratmıyor gerçekten.
Bu sefer de 2000’in üzerinde akademisyen “Terör örgütüne destek” suçlamasıyla yargılanacak. İfade vermek için ilk davetler yapıldı bile. İddianameyi kaleme alan savcı bey kusura bakmasın ama önümdeki metin bende (sanki) malum gazete ve TV ekranlarında Allahın her günü “analiz” yapan kalem ve söz erbabı tarafından (sanki) bir ev ödevi olarak tasarlanmış bir “eser” izlenimi bıraktı. İddianameye hakim ruhun dosyaya şöyle uzaktan bakıp cezayı peşinen kestiği izlenimine kapılıyoruz. İddianamenin daha ikinci sayfasında yer alan şu paragrafta dile getirildiği gibi mesela: “Yayınlanan bildiri içeriğinden de açıkça anlaşıldığı üzere, sözde barış bildirisinin PKK / KCK Terör Örgütü’nün alenen propagandası mahiyetinde olduğu anlaşılmıştır.”
Bu paragrafın hemen ardından da şu tamamlayıcı teşhis:
“Bildirinin asıl amacının, PKK/ KCK Terör Örgütü tarafından sözde ‘öz yönetim’ ilan edilen bölgelerde, güvenlik güçleri tarafından….”
İnsan sormadan edemiyor: İddianame peş peşe iki kez (“sözde barış bildirisi”, “sözde özyönetim”) “sözde” nitelemesi geldiğine göre yani olup bitenin “sözde” olduğunda ısrar edildiğine göre, göz atmakta olduğumuz “iddianame” de bu nitelemeyi /sıfatı ister istemez kabulleniyor gibi olmuyor mu? Yanılıyor muyum? Bu durumda “sözde özyönetim” ve “sözde bildiri” “sözde” olarak adlandırılıyorsa, ortada suç oluşturan “gerçek” bir gelişmenin olmadığı sonucuna varmıyor muyuz?
İddianame (devamla) “… bildirilerin gerçek amacının anlaşılması açısından bildirilerin yayınlandığı döneme gelinen dönem ve bildirilerin yayınlandığı dönemin kısaca değerlendirilmesi gerekmektedir” diyerek 1980’dan başlayarak (ve hızla geçip ikinci cümlede 2014’de ulaşarak) başlıyor söz konusu yıllara ilişkin olup biteni anlatmaya. Bese Hozat’ın açıklaması bu bölümün en dikkat çekici belgesi. Şu açıklama yani: “Aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın.” Sonuç itibariyle “Aydın ve demokratik çevreler”in anayasa hukukundan idare hukukuna kadar pek çok bilim ve fikir alanının aşinası olduğu bir kavramı düşünce dünyalarının bir konusu yapmaya çağıran bu sözlerin iddianamede niçin altının çizildiğini anlamış değilim. “Ne yani?” diyesi geliyor insanın, düşünce dünyası toplumsallaşmayı ve dolayısıyla siyaseti illâki “Rabia” çerçevesinde mi düşünüp tartışacak?
İddianame, “sözde özyönetim”e ilişkin sıraladığı dokümanların başına TSK’nın www.tsk.tr isimli resmi internet sitesinden yapılan 9 Mart 2016 tarih ve BA-66 /16 numaralı "basın açıklaması”nı yerleştirmiş. Ardından da yine TSK’nın 10 Mart 2016 tarihli basın açıklaması…
Bitmedi… Bu açıklamaların hemen ardından da bunlara “ilişkin genel değerlendirme” geliyor.
Biraz atlayarak devam edelim: Bu fasılda ilgi çeken bir paragraf şöyle kaleme alınmış: "Öte yandan sözkonusu bildiri ile yürütülen propaganda faaliyetleri, ülkeyi karışıklığa sürüklemeyi, bilhassa sahada muhatap olarak görülen kitleyi etkileyerek bunların düşüncelerinin denetimini elde etmeyi, fikirsel ve eylemsel anlamda harekete geçirmeyi ve genel olarak halkın maneviyatını kırmayı hedeflemektedir.” Ben kendi adıma bu paragrafın sonuna bir ünlem (!) işareti koyabilirdim, ama gördüğünüz gibi koymuyorum!
Paragrafın özellikle son cümlesi (“halkın maneviyatını kırmak” (ne demekse) gerçekten çok iyi analiz edilmeli….
Söz konusu bildiri “bilim insanları”(?) tarafından imzalandığından iddianame bu konuyu özellikle mercek altına almış: “Sözkonusu bildiriye imza atan akademisyenler, bilim insanı sıfatını taşımalarından dolayı sahip oldukları özel rol gereği mensup oldukları Türkiye Cumhuriyeti’nin haysiyet, şeref, itibar ve haklarına saygı göstererek yasalarda belirlenen eleştiri sınırları içerisinde tepkilerini dile getirme hakkına sahip oldukları halde, bunun aksine onur kırıcı ifadeler içeren, hakikatleri ters yüz ederek ve çarpıtarak sunan bir bildiri metni hazırlamak suretiyle terör örgüt propagandası yapmışlar, suç işlemişlerdir.”
Biliyorum uzun kaçtı ama değdi doğrusu! “Bilim insanları”nın (?) “tepkilerini dile getirme hakları”nın nasıl bir çerçeve içinde olması gerektiği ne güzel betimlenmiş…
Yazının uzadığının farkındayım ama hiç değilse şu bahsi de atlamak istemem doğrusu: İddianame: “Bildiriyi hazırlayanlar, bildirinin Türkçe ve yabancı dillerdeki metinlerinde bazı kelime ve kavramları kasıtlı olarak değiştirmişler…”
Arkasından “Bildirinin İngilizce metni”. Hemen arkasından da İngilizce metnin tercümesi. Peki ya “çarpıtmalar”?
“Bildirinin İngilizce metnine bakıldığında : Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusundaki illeri ifade etmek amacıyla PKK / KCK jargonuyla “Kürdisten illeri” ibaresi kullanılarak ayrıştırıcı ve bölümü bir üslup…”
“Türkçe metinde ‘Kürt siyasi iradesi’ yerine yabancı dildeki metinlerde yine aynı tarz bir anlayışla ‘Kürt siyasi hareketi” ibaresi yer almıştır. (…) ülkenin doğu ve güneydoğusundaki terör eylemlerini organize eden PKK’nın ‘Kürt siyasi hareketi”nin temsilcisi olduğu şeklinde bir algı yaratmayı amaçlayan…”
Bu mesele (yani Türkçe metinde yer alan “Kürk siyasi iradesi” ve çeviride yer alan “Kürt siyasi hareketi” ifadeleri) özellikle dikkatimi çekti. Nedeni şu: Benim kanaatim, Türkçe metinde yer alan ifadenin (“Kürt siyasi iradesi”) problemli olduğu yönündedir. Ve bu yüzden metni imzalayan yabancı akademisyenler haklı olarak “Kürt siyasi hareketi” ifadesini tercih etmişlerdir. Bir “siyasi hareket” öznesi kim olursa olsun dünyanın her tarafında anlaşılır bir kavramdır. Ancak iş “irade”ye gelince bu kavramın neden olduğu çağrışımlar Batı’nın akademisyenleri tarafından her zaman soru işareti ile karşılanır. (Dolayısıyla imzaya açılan metin benim önüme gelse, “irade”nin “siyasi hareket” olarak değiştirilmesini önerirdim. Çok daha anlamlı, çok daha doğru bir adlandırma olarak.)
İddianameden alıntıları şu paragrafta noktalayalım: “Bu yönüyle bildiriye imza atan akademisyenlerin, ulusal ve uluslar arası kamuoyunda devlete ve hükümete karşı güvensizlik algısı oluşturarak toplumsal ayrışmalar yaratarak bölünmelere zemin hazırladıklarını (…) anlamaktayız.”
Bu yargıya varabilmek için dünyaya (özellikle Batı’ya) gözlerini kapamak gerekir. Dünyanın bu bölümünde “akademisyen”ler ve daha geniş olarak entelektüellerin “devletleri ve hükümetleri”ne ilişkin neler söyledikleri, nasıl acımasız yorumlar yaptıklarından hiç mi haberimiz yok?
Sonuç olarak: Bu ülkenin iyi yetişmiş 2000’den fazla akademisyenini kürsülerinden etmek yetmiyormuş gibi şimdi de iddianamede dile getirildiği biçimde her birine 7 yıl hapis cezası talep etmek yazıktır, günahtır…
Söz konusu akademisyenler içinden yakından tanıdığım çok insan var. Bir genç kadın düşünün ki, gençliğinin 15 yılını Kant ve Hegel külliyatının çok büyük bir kısmını hatmederek alanında ülkenin belki de en yetkin entelektüeli olmuş. Ve bugün hakkında 7 yıl hapis cezası isteniyor. Aklı başında bir ülke, bir devlet (artık ne derseniz deyin) aydınlarına bu derece sorumsuz ve zalimce davranabilir mi?