FBI tarafından 'en çok aranan suçlu'
60'ların Kara Panterler'inden, feminist, insan hakları savunucusu Angela Davis, bir zamanlar FBI'ın en çok aradığı 'suçlu'ydu. Ocak ayında okurlarla buluşan 'Özgürlük Kesintisiz Bir Mücadeledir' adlı kitap Davis'in ırkçılık, eril şiddet ve kapitalizmin dayatmalarına dair birçok konuyla ilgili yazılarının bir bütünü.
ABD’nin politik anlamda en etkili siyahi feministlerinden biri Angela Davis. Tutkulu bir insan hakları savunucusu aynı zamanda. Bitip tükenmeyen bir enerjiyle hala mücadele eden bir feminist. 1960’lardaki Kara Panterler Partisi’nin üyesi olan Davis, kapitalizmin, dolayısıyla neo-liberal politikaların toplumlara dayattığı cinsiyetçiliği, ırkçılığı ve bu bağlamda ilerleyen güvenlik kavramlarını düşünce ve eylemlerini irdeliyor, fikirleriyle derinden sarsıyor. Aslında kendisini tanımlamak için hangi sıfatları kullanmak gerekiyor, bilemiyorum? Cesur, radikal, korkusuz, inatçı, ısrarcı bir siyahi entelektüel diyebiliriz herhalde. Çünkü 60’ların devrimci kitle hareketlerinden günümüzün isyancı toplumsal hareketliliğine kadar olan süreçte, Davis hep “yeryüzünün lanetlilerine” odaklanmış ve onlar için mücadele etmiş siyahi bir kadın.
SİYAH VE KADIN KİMLİĞİ İLE DİMDİK AYAKTA
Hatta bir zamanlar FBI tarafından ‘en çok aranan suçlu’ olan Davis, şu an tüm yaftalamaları boşa çıkararak hem kadın hem de siyahi kimliği ile dimdik ayakta duruyor. Dünyada nerede bir konuşma yapsa dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor . Bu nedenle, söylediği her sözü, yazdığı her yazıyı kaale alarak, yeni bir dünyanın kurulabileceğine, yaşamın var olduğuna ya da var olabileceğine ilişkin umutları hep canlı tutmakta. Değişen ve bayağılaşan dünya düzeninde ezilen kimliklere hayat vermekte. Onların sorunlarını çarpıcı tespitlerle devlet ve topluma anlatmakta.
Kısa bir Angela Davis portresi sunduktan sonra, Ocak ayında yeni çıkan bir kitabı tanıtmak istiyorum.
Güldünya Yayınları tarafından yayımlanan ‘Özgürlük Kesintisiz Bir Mücadeledir’ adlı kitap, Angela Davis’in Ferguson ve arkasındaki ırkçılık yaklaşımını, Filistin ve özel endüstriyel güvenlik konseptinin insanları kölelştirmesi ve Feminizm hakkındaki düşüncelerinden oluşan söyleşi ve konuşmalarına dayanıyor. Bu konuları siyah feminizm ile hapishanenin ilgası üzerinden geçmişteki kurtuluş hareketlerinin mirasına sahip çıkarak, aydınlık bir yolun var olabileceğini söylüyor. Ayşe Düzkan tarafından İngilizce’den çevrilen kitap, sıkıştırılan politik ortamı ve ırkçılığı anlayabilmemiz için çok önemli bir fırsat ve katkı sunuyor. Dünyadaki neo-liberal saldırıyı yapısal problemleri sarih şekilde ifşa ediyor, düşünmemizi sağlıyor.
Kitap ilk önce kendisi gibi insan hakları aktivisti ve gazeteci Frank Barat’ın 2014 yılında Angela Davis ile e-mail yoluyla yaptığı söyleşilerle başlıyor. Ardından çeşitli üniversitelerde Amerika’nın ırkçılığı ve eril şiddeti, yirmi birinci yüzyıl için feminizmin teorisi ve pratiği, 1960’lardan Obama zamanına siyasi eylemcilik ve protestoları ve uluslararası dayanışma hakkındaki konuşmalarını içeriyor. Her bir konuşma toplum adına geleceğe açılan bir pencere. Üstünde düşünülmeye, tartışılmaya gereksinim duyulan konular. Yapısal problemlerin tam anlamıyla yüzde yüz bir çözümü olmasa da, dayanışmanın önemine vurgu yaptığı söylemler. Özellikle siyahi kadın dayanışmasının, feminizimin eril iktidara karşı mücadelesinin önemine vurgu yapıyor.
Tüm bunların üzerine, geçen haftalarda başta ABD olmak üzere, dünyadaki 600 şehirde yapılan ‘Kadın Yürüyüşü’nün de unutmamak gerekir. Bu kitap, tam da ABD’de Donald Trump’ın ırkçı ve cinsiyetçi söylemlerine karşı başlayan kadın hareketinin üstüne geldi. Angela Davis savunduğu kadın dayanışması tam da mekanlarda ortaya çıktı. Bu konuları Angela Davis’in gözünden bakmak ve fikirlerinden yaralanmak için kitaba biraz daha detaylı bakalım.
'MÜCADELE TEK BİR KAHRAMANA İNDİRGENİYOR'
Öncelikle kitabın ilk bölümlerindeki Frank Barat ile Angela Davis’in kapitalizm ile ilgili söylediklerine odaklanmak faydalı olacaktır. Çünkü bu bölümde kapitalizmin ve neoliberal ideolojinin sinsi işleyişi gözlerler önüne seriliyor. Kapitalizm bireycilik üzerinden kendini saklayarak, dayanışmayı kıran bir biçime sahip olduğunu anlıyoruz. Davis, ırkçılık, baskı, yoksulluk ya da başka meselelere odaklanan ileri hareketleri tanımlarken, kapitalist bireyciliğin alttan alta teşvik edildiğine dair bir bilinç geliştirilemezse ilerici hareketlerin başarısız olacağını söylemekte. Ana akım medyanın ‘kahraman’ yaratmaya müsait bir zihniyette yayın yapması dayanışmayı kıran etkenler.
Davis, örnek olarak Nelson Mandela’yı vermekte. Apartheid rejimini yıkarken tüm kadın ve erkekler arkasındayken medyanın Nelson Mandela’yı ön plana çıkardığını belirtiyor. Benzer bir yaklaşım ABD’nin ilk siyahi başkanı Obama için de söylenebilir. Davis, onun hakkında ise şunları söylüyor: “Obama’nın seçilmesinin önemine ilişkin varsayımların çoğu bütünüyle yanlış, özellikle de ABD başkanı olan siyah bir adamın ırkçılığın son barikatının düşmesinin simgesi olarak gösterilmesi....
Bu beş yıl içinde eksikliğini duyduğumuz şey doğru başkan değil, bundan ziyade iyi örgütlenmiş kitle hareketleri oldu”. Davis kitle hareketlerinin önemine vurgu yaparken, Filistin meselesine de değinmeden edemiyor. Davis, “Bence Arap dünyasındaki halkın Batı’daki bizlerden hükümetlerimizin baskıcı rejimlerini – ve özellikle İsrail’i – desteklemesini engellememizi istemesinin tam zamanı. .... Küresel Kuzey’deki ilericiler olarak bizler, Arap dünyasındaki halka yönelik askeri ve ideolojik saldırıların sürmesindeki ciddi sorumluluğumuzu halen hiçbir biçimde teslim etmemiş durumdayız” diyor. Tüm bu güvenlik anlayışının arkasında Filistin ile endüstriyel hapishane kompleksinin ne kadar iç içe olduklarının tespitini yapıyor. G4S adlı özel güvenlik şirketinin devlet güvenliği bahanesi ile Biritanya, ABD ve Filisitin’de insanların hayatına nasıl sızdıklarını okuyoruz.
Hatta Walmart ve Foxcomm’ın ardından dünyanın en büyük üçüncü özel ortaklığını okuyunca özgürlüğün nasıl parça parça koparıldığı ve yalnızlaştırıldığı anlaşılıyor. Çünkü kapitalist anlayışa göre, bu şirket için tek amaç olan kar maksimizasyonunun ne kadar olduğudur. Yani çok suçlu, çok göçmen o kadar çok güvenlik ve para demek. Günümüz dünyasında ‘insan’dan öte paranın değer kazandığı bir yaşam sürülmekte. Devletlerin ‘terörizm’ kavramını muğlaklaştırmasından dolayı, topluma güvenlik birincil ihtiyaçmış gibi sunuluyor. İşte G4S de ‘Dünyanın Güvenliğini Sağlamak’ sloganıyla ortaya çıkıyor. Sadece sivil hapishaneler değil, ıslah evleri, askeri hapishaneler ve sorgu merkezleri de kapsam içine giriyor. Ek olarak, yukarıda bahsedilen kapsama okulların dahil olduğu ve okul-hapishane arasındaki farkın bulanıklaştığı da aşikar oluyor.
Okullar da cezaevine benziyor bir nevi. Ardından Davis, özel hapishane işlerindeki en karlı sektörün göçmen gözetim merkezlerinden oluştuğunu ifade ediyor. Hatta daha da ileri giderek, “Ben, hapishanenin olmadığı bir toplumun gelecekte bir ihtimal olabileceğini ama bunun ancak itici gücün, kar değil insanın ihtiyaçları olduğunu, dönüşmüş bir toplumda mümkün olabileceğini düşünüyorum. Günümüzde hapishanenin ortadan kaldırılmasının ütopik bir fikir gibi görünmesinin sebebi, tam da hapishane fikrinin ve onu destekleyen ideolojilerin çağdaş dünyamızda bu denli derinden kök salmış olmasıdır” diyor.
Ve ekliyor; “Sadece suç ve ceza üzerine düşünemeyiz. Hapishaneleri sadece suç işlemiş olanların cezalandırıldığı bir yer olarak düşünemeyiz.” İşte bu argümanla beraber şu soru ortaya çıkıyor: Acaba siyahiler ve ‘beyaz’ olmayanlar, göçmenler gibi, sayısı beyazlara göre neden fazla? Bu sorunun cevabı yapısal ırkçılıkta galiba. Davis, “Yani ırkçılık ile ilgili konuşmak zorundayız. Hapishaneyi ilga etmek ırkçılığı ortadan kaldırmaya çalışmakla ilgilidir” diyerek yapısal soruna parmak basıyor ve hapishanedekilerin okuma yazma bilmemesini eğitimin sorgulanması gerekliliği üzerinden okuyor.
FERGUSON GAZZE'YE BENZİYORDU
Kitabın diğer bölümlerinden biri olan Ferguson olayları ırıkçılık bağlamında tartışılıyor. 2014 yılında siyahi Micheal Brown’un polis tarafından öldürülmesinden sonra Ferguson’da isyan çıkmıştı. Bu direnişe polis verdiği cevap ise çok sertti. Görünen o ki, dünyada artan güvenlik ‘ihtiyacı’ ile polisin arttırılan yetki ve teknolojisi toplumu kıskaç altına almakta, önceden kazanılan özgürlükleri de budamakta. Polisin gittikçe militarize olması ile İsrail’i bağdaştıran Davis, görüntüleri izleyenlerin kolaylıkla Ferguson’un Gazze olabileceğini sanacaklarını belirtiyor. Devletler, özellikle de ABD, ‘terörle mücadele’ altında polisi teçhizatlandırıyor ve toplumu korkuyla zapt etmeye çalışıyor.
Davis, ABD polisinin eğitiminde İsrail polisinin görev almış olduğuna dikkat edilmesi gerektiğinin önemini vurguluyor. Bu güvenlik konseptinin ırıkçılığı tetiklediğini ve hapishanelere taşındığına değiniyor. Bugün Amerikan hapishanlerinde 2,5 milyon tutuklunun olduğunu söyleyen Davis, hapishaneleri ırkçılığın cisimleşmiş olarak tanımlıyor.
Siyahilerin, devlet ve hapishane ikileminde kalmasının nedenini Davis şöyle aktarıyor; “ Siyah halka ve beyaz olmayanlara karşı devlet şiddetinin kulllanılmasının kökleri sivil halklar hareketinin çok öncesine – ta sömürgeciliğe ve köleciliğe – dayanır. Trayvon Martin ile ilgili yürtülen kampanya sırasında, bir polis özentisi, hatta isterseniz yasadışı infazcı olarak da tanımlayabileceğimiz George Zimmerman’ın köle devriyelerinin rolünü tekrarladığına işaret edildi. O zamanlarda da, tıpkı şimdiki gibi, devletin silahlı temsili, devlet şiddetinin siviller tarafından kulllanılmasıyla el ele gidiyordu”. Davis bu yapısal kökten gelen ırkçılığı 60’lardaki Klu Klux Klan şiddetiyle eş tutarken, devlet şiddetini ana noktaya oturtuyor. Davis, Trayvon Martin vakası, bize İslamofobik şiddet, Siyah karşıtı ırkçı şiddet hikayelerinden beslendiğini söylüyor. Aslında bu tespitler bizi Türkiye’de yaşanan polis şiddetinin boyutlarını kolayca kavramamızı, anlamamızı da sağlıyor. Türkiye’de 2013 yılından itibaren (daha eskiye de götürülebilir) güçlenen militer anlayışlı polis teşkilatı ile beraber ölümlerin arttığını görüyoruz. Davis’in bu tespitleri tam da bu evrenselliğe denk gelerek, çok geniş bir mücadele alanı sunuyor.
ANGELA DAVİS EVRENSELLİĞİN İZİNİ SÜRÜYOR
Angela Davis, yukarıda da bahsedildiği gibi, geçmişteki kurtuluş mücadelerinin önemini her şart altında vurguluyor. Günümüz dünyasındaki kapitalizm ve neoliberal ideolojinin getirdiği yıkıcılığı geçmişe atfederek, mücadelenin rotasını çizmeye çalışıyor. Martin Luther King’in mücadelesini överken ve değerli bulduğunu her fırsatta dile getirirken, kadınların rolünü insanların gözardı ettiğini söylüyor. Martin Luther King’in hala egemen bir figür olarak tanındığını, ama siyah kadın hareketinin 1955 boykotundaki rolünün egemen figürle yer değiştirdiğine parmak basıyor.
Davis mücadeleyi Kara Panterler Partisi’nin 50. Yıl dönümü nedeniyle sürdürerek, On Maddelik Programı bize sunuyor. Bütünüyle evrensel talepleri içeren on maddenin ilkinde özellikle, ‘Özgürlük İstiyoruz’ diye haykırıyor. diğer maddelerde, ‘Tam İstihdamı’, siyahilere yapılan baskıları, eğitim düzenin değiştirilmesini, sağlık hizmetlerini, polis şiddetini, tüm savaşların bitirilmesini, hapishanelerdeki siyahi ve ‘beyaz’ olmayan tutsakların salıverilmesini talep ediyor. Önerilen maddeler aslında tüm dünya halkları için geçerli istekler. Önümüzdeki yıllarda mücadele bu maddeler üzerine yürüyecek denilebilir. Zaten dünyanın önemli kentlerindeki isyanlara bakıldığında, mücadelenin devlet mekanizması ve özgürlük ve adalet talep edenler arasında olduğunu geçmiş yıllara göre daha net görebiliriz.
GENEL SÖYLEMLER MÜCADELEYİ MUĞLAKLAŞTIRIYOR
Davis’in fikirlerinin içine daldıkça çok değerli bakış açılarını öğrenmeye devam ediyoruz. Bunlardan biri de, genelde sıklıkla duyduğumuz klişelerden “insanlar ölmesin” ya da “benim için insan olmak önemli” gibi söylemler. Bilindiği gibi, Amerika’da polis şiddetinden dolayı öldürülen ve hapishanelerde ‘tutsak’ olarak tutulan siyahiler ve LGBTİ gerçeği var. Geçen yıllarda bu duruma karşı ‘Black Lives Matter’ (Siyahların Hayatları Önemlidir) sloganı ortaya çıkmıştı. Aslında ırkçılığı ifşa eden, ortaya seren bir slogan olarak düşünmek gerekiyor. Davis, bu slogana ‘All Lives Matter’ (Tüm Hayatlar Değerlidir) sloganıyla karşılık verildiğinden bahsediyor. Geneli kapsayan bu sloganın aslında yapısal ırkçı anlayışı örttüğünü, maskelediğini söylüyor. Bu söylemi Hillary Clinton’ın kullanarak ırkçılığı gizli bir şekilde desteklediğini iddia ediyor. Çünkü ırkçılık yapılan kesim siyahiler ve diğer ‘beyaz’ olmayanlar.
Yani sistemin (kapitalizm) dibinden gelen yapısal sorunları var. Eğer hedefin kapsamını ‘All Lives Matter’ gibi bir söylemle muğlaklaştırır, genel bir yaklaşım gösterilirse, sorunun yapısal halinin düzeltilmesi için yapılması gereken radikal adımlar gözardı edilmiş olunuyor. Davis hatta tanımlamaları şöyle ifade ediyor; ‘Siyah Kadınlar Önemlidir’, ‘Siyah Eşcinsellerin Hayatı Önemlidir’, ‘Siyah Lezbiyenler Önemlidir’, ‘Siyah Erkekler Önemlidir’, ‘Siyah Trans Hayatlar Önemlidir’ ya da ‘ Latin/Asyalı/ Amerikalı/Yerli Amerikalı/Müslüman/Yoksul ve İşçi Sınıfından beyaz İnsanların Hayatları Önemlidir’. “Etik ve rahat biçimde Tüm Hayatlar Önemlidir diye iddia etmeden önce adını vermemiz gereken daha birçok özgül örnek” var diye de ekliyor ve devam ediyor; “Tarihin büyük bölümünde “İnsan’ kategorisini ta kendisi iyahları ve beyaz olmayanları hiç kucaklamadı. Kategorinin soyutluğu beyaza boyandı ve erkek olarak cinsiyetleştirildi.”
İşte bu fikirlerden yola çıkarak, aslında problemin özüne inmek için daha net tanımlamalarla yola çıkmak gerekiyor. Günümüz Türkiye’sinde genel olarak belirtilmesi gerekirse, Kürt ana akım hareketine karşı da aynı davranış biçiminin uygulandığını söyleyebiliriz. Mesela ‘Analar Ağlamasın’ söylemi de belki bahsedilen kapsam içine girebilir. Bu bağlamda, Davis’in fikirlerinin Türkiye coğrafyasına ne kadar denk düştüğünü görebiliriz.
'EN ÇOK ARANAN TERÖRİSTLER'
Kitabın içine daldıkça, farklı anlayışların ne kadar insan odaklı olduğunu anlayabiliyoruz. Kitaptaki bölümlerden biri olan ‘feminizm ile ilgili yirmi birinci yüzyıl teori ve pratikleri’ kapsamlı bir şekilde tartışılıyor. FBI tarafından ‘En Çok Aranan Terörsitler’ listesinde bulunan Assata Shakur örneğinden yola çıkarak, medyadaki şeytanlaştırmayı, cinsiyetçi yaklaşımı ve siyahi olmasını vurguluyor. Ve hala siyahi kadın arkadaşlarının hapishanelerde haksız yere tutulduğunu ifade ediyor. Davis, “Bence bu mücadeleler, beyaz olmayan kadınların ve yoksul ve işçi sınıfından beyaz kadınların yükselen feminist hareketle özdeşleşme konusunda neden belli ölçüde direnç gösterdiklerini anlamada kilit bir rol oynar.
Birçoğumuz o sırada bu hareketin fazla beyaz ve özellikle fazla orta-sınıf, fazla burjuva olduğunu düşünüyorduk” diyor. Sadece salt birey olarak değil, grupları ve toplulukları da oluşturmak gerektiğine inanıyor. Ve bir örnekle devam veriyor Sandy Stone adlı trans kadın hakkında. Kimliğinden dolayı lezbiyen feminist kadınların saldırısına uğradığını ve eril enerji taşımakla suçlandığına vurgu yapıyor. Halbuki, trans kadın kendini kadın hissediyorsa, mücadele içinde olmalı. Cinsiyetin doğuştan atandığı ve yerleştiği anlayışda, Trans Kadınlar ‘kadın’ olduğunu kabul ettirmek için hala büyük mücadeleler veriyorlar.
Davis konuyu çok net bir şekilde açıklıyor; “Toplumsal cinsiyet, tek bir şey değildir. Tek bir tanımı yoktur ve muhakkak ki, toplumsal cinsiyeti artık bir kutbun ‘eril’ ve diğer kutbun ‘dişi’ olduğu ikili yapı olarak tarif etmek yeterli değildir” diyerek iddiasını ortaya koyuyor. Trans Kadın olma halini de hapishanelerle ilişkilendiriyor. Ardından da, ırkçılığı, endüstriyel hapishane kompleksini, kriminalizasyonu, esareti, şiddet ve hukuk konularının her birini feminizmin tahlil etmesi, eleştrilmesi ve mücadele yoluyla direnmesi gerektiği konular olarak tespit ediyor.
HRANT DİNK IRKÇILIĞA KARŞI BİR SİMGEYDİ
Son olarak kitapta değinmek istediğim konu da, Angela Davis’in 2015 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde uluslararası dayanışmalar hakkında yaptığı konuşma. Hrant Dink’in evrensel bakışının olduğunu belirterek, sömürgecilik, soykırım ve ırkçılık karşıtı bir mücadelenin simge olduğunu işaret ediyor. Pınar Selek ile dayanışmasını da ortaya koyan Davis, mücadelenin uluslararası boyutan dikkat çekiyor. Hrant Dink’in adalet, barış ve eşitlik hayalini silmenin mümkün olmayacağını, onu öldürerek sayısız Hrant Dink yarattıklarını da eklemeden geçmiyor. ‘Hepimiz Ermeniyiz’ de ‘Black Lives Matter’ gibi bir etki yaratmıştı. Bu söylemlerin benzerliği, sorunun tanımlanarak ilgililerin önüne – istemeselerde- getirilmesi çok hayati. Sorunları net ifşa etmek, ne kadar zor olursa olsun, çözmek adına bir başlangıç denebilir.
Ezcümle, Angela Davis ırkçılığın yapısal bir sorun olduğunu, hapishanelerin ırkçılığı beslediğini, büyüttüğünü ve cinsiyetçi yaklaşımlarla erilleştiğini anlatıyor. Öncelikle hapishanelerin ilgasını bize öneri olarak sunuyor ırkçılığı bertaraf edebilmek için. Kadın mücadelesinin bu bağlamda, sorunların içinde olmasını, eleştirmesini ve tespitlerini yapmasını istiyor. Bireysel mücadelenin kolektif mücadeleye dönmesinin gerekliliğini öneriyor. Ki bu yöntem Türkiye halkları için de çıkış yolu olacaktır. Kesintisiz özgürlük derken, kesintisiz mücadele de olmazsa olmazı...
Angela Davis’in kitap önerileri:
Cinsiyet Belası, Judith Butler – Metis Yayıncılık, 2008Arrested Justice: Black Women, Violence and America’s Prison Nation, Beth Ritchie
The Montgomery Bus Boycott and the Women Who Started It, Jo Ann Robinson
Twice Toward Justice, Claudete Colvin
Sevilen, Toni Morrison – Sel Yayınları, 2016
Anneannem, Fethiye Çetin – Metis Yayınları, 2004