Felaket Çağı'nın endişeli peygamberi!

'Felaket Çağı' serisinin son halkası olan Yavuz Ekinci’nin “Peygamberin Endişesi” romanının dilsel zenginliği ve “masalsı dili” diğer kitaplarına göre belki biraz daha geride kalmış dememiz romanı eksiltmez. Birinci tekil ağızdan ilerleyen romanın iki ayağı var; bakmak ve görmek. Modern çağ insanının pasif eylemlerinden bakmak, işine gelene yüzünü dönmek, alıcılarını açma olarak formüle eden yazar bir durağanlığı ve kayıtsızlığı gözümüze sokarken yanı başımızda olan felaket boyutundaki olayları nasıl da görmediğimizi gösteriyor. Ekinci, bu durumu roman boyunca devam eden bir ağrıyla, acıyla ve başka bir argümanla; nasırla da deneyerek veriyor okuyucuya.

Abone ol

Hüseyin Bul

DUVAR - Annem ne zaman büyük kentteki evimize gelse “Bina bina üstüne, zina zina üstüne olacak, ölümler kolay doğumlar zor olacak” derdi. Kalabalığı ve yüksek binaları gördükçe içi kararır, bizim için kaygılandığını “Buralar çok fena oğlum, dikkat edin kendinize, çocuklarınıza.” diyerek çok kalmazdı büyük kentteki evimizde.

Yavuz Ekinci’nin yeni romanı Peygamberin Endişesi de annemin korktuğu, ürktüğü, kaygılandığı, endişelendiği böyle büyük bir kentte geçiyor. Kendini peygamber sanan, evli ve bir kızı olan Mehdi, çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalmayıp bir şeyler yapayım derken 'kafayı sıyırıyor'. İlk önce çocukları kendisini terk ediyor, peşinden mahalledekiler alay etmeye başlıyor.

Yalnızlığı kronikleştikçe yer yer komik diyebileceğimiz olayların içinde buluyor kendini. Çaresizce ve çoğunlukla korkakça kendini anlatmaya, ispatlamaya çalıştığı mahallesinden gönülsüzce uzaklaşır. Roman, Mehdi’nin buradan uzaklaşıp kendini araması, ispat etmeye ve inandırıcı olmaya çalışmasıyla başlıyor.

'Felaket Çağı' serisinin son halkası olan Yavuz Ekinci’nin “Peygamberin Endişesi” romanının dilsel zenginliği ve “masalsı dili” diğer kitaplarına göre belki biraz daha geride kalmış dememiz romanı eksiltmez. Birinci tekil ağızdan ilerleyen romanın iki ayağı var; bakmak ve görmek. Modern çağ insanının pasif eylemlerinden bakmak, işine gelene yüzünü dönmek, alıcılarını açma olarak formüle eden yazar bir durağanlığı ve kayıtsızlığı gözümüze sokarken yanı başımızda olan felaket boyutundaki olayları nasıl da görmediğimizi gösteriyor. Ekinci, bu durumu roman boyunca devam eden bir ağrıyla, acıyla ve başka bir argümanla; nasırla da deneyerek veriyor okuyucuya.

Peygamberin Endişesi, Yavuz Ekinci, 192 syf., Doğan Kitap, 2018.

'ASIL MANA VİCDANIMIZ' 

Nasır, ağrıyan, acıyan, problemli yönlerimizi sembolize ederken altında yatan asıl mananın vicdanımız olduğunu anlıyoruz. Toplumsal ve bireysel sorunlarımızı tedavi etmenin yöntemi, görmezlikten gelmek ya da üstünü örtmek, bir bantla iyileşmesini beklemek değildir. Dünyadaki kötülüklerden kendini sorumlu tutan, geç kaldıkça daha beterinin yaşanacağını düşünen, tutuk, çekingen, utangaç ve şarap içen Mehdi’nin ağırbaşlı, derviş ya da bilge gibi davranmayarak aslında okuyucuyu da peygamber olduğuna inandıramıyor. Yazarın karakterin bu yönlerini özellikle parlatmasının altında yatan sıradan bir insanın peygamber gibi davranabilmesinin pekala mümkün olabileceğini, karakterde eksiltmelerin okuyucunun eşleştirme, empati yapmasını kolaylaştırmak için yapmış olabilir.

“Gümüş bir tepsi gibi parlayan aya ve etrafında ışıldayan yıldızlara bakıp tıpkı çocukluğumda yaptığım gibi yıldızlardan şekiller yaptım.” ( sf.91-92)

Yazı kışı belirsiz yıllar gelecek, anayı babayı tanımayan kullar gelecek, annemin kendince felaket olarak adlandırdığı dönemi bu sözlerle anlatması Yavuz Ekinci’nin bu romanındaki büyük kentlerdeki yalnızlıklar, çaresiz yalnızlıklar ve özellikle kalabalık kentlerdeki yalnızlıkların, yabancılaşmanın ve kayıtsızlığın çok daha hızlı arttığını betimlemesini şu alıntıda özetlemek mümkün. “Kimse yerde kıvranan papatya dövmeli kıza ne yardım etti, ne de baktı. Sağından solundan geçenler sanki yerde kıvranan biri yokmuş gibi umursamadan yürüyüp gittiler.” (sf. 103)

Neyzen Tevfik, Cervantes, Hamlet ve Cumartesi Anneleri'ni de anan yazar, sık sık Davut, Yusuf, İbrahim, Musa ve Yunus’u da metine çağırmayı ihmal etmeyerek dinsel bir karakteri ete kemiğe büründürmek için eski dinsel mesellerden yardım alarak okuyucuya hatırlatması, yazar okuyucuyu göz ardı etmeden yazamaz mı sorusunu yeniden gündeme getiriyor. Öte yandan, ülkemizdeki hukuksuzlukları, yağmayı, talanı, adaletsizlikleri ve yanı başımızdaki ülkelerdeki savaşı, göçü edebiyata taşımak, kayıtsız kalmamak geç de olsa bu coğrafyadaki yazarlara, aydınlara örnek olabilecek bir davranış ve vicdani bir tutumdur.

Bak! emir kipiyle hastalıklarımızı, arızalı yönlerimizi deşifre eden yazar son kısımlara yaklaştıkça Kalk! diyerek silkinme zamanının geldiğini, insanlığın, Müslümanlığın gerektirdiklerinin yerine getirilmesini gördüm diyerek dile getiriyor. “Beni dipsiz kuyularda merdivensiz bıraktın” bölümüyle de başka bir gezegenin cehennemi olacak kadar çok şey yaşadığımız dünyada, “Gördüm, duvarlardaki kurşun deliklerine yuva yapan serçeleri. Gördüm, sokak ortasında öldürülen Teybet Ana’nın cesedine kargalar ve köpekler musallat olmasın diye elinde iki taşla bir taş atımlık kuytuya saklanıp yedi gün yedi gece bekleyen Atigone’yi.

"… Gördüm, derin dondurucuda bekleyen ölmüş bebeğin masum yüzüne bakan annenin çaresizliğini.” ( sf.151) cümleleriyle toplumun vicdanını yaralayan, zedeleyen olayları tarihin bir sayfasına not ediyor.

İçten içe Peygamber olduğuna inanan, gaipten sesler duyarak Muhammed’in saklandığı mağaradaymışçasına hareket eden, gittiği yoldan gittiğini sanan, garip ve farklı işaretleri “seçilmiş kişi” olduğuna yoran Mehdi, “Allahüekber” nidasından da ödü kopan, kaçacak delik arayan biri ne yazık ki. Yazar burada Müslümanlığın nasıl kötü yorumlandığını, “Allahüekber” diyerek insanları katleden, kafalarını kesenlerin kötü ve karanlık düşüncelerine atıfta bulunuyor.

Romanda sık sık tekrarlanan bir de yedi rakamı var, adeta bir ritüel gibi…

“Köpekler etrafında yedi tur attı” ( sf.88)

“Yatağın etrafında hızlı hızlı yedi tur döndüm.” ( Sf.100 )

“Yeğenim öldü. Üç ay sonra yedi yaşına basacaktı” deyip ağlamaya devam etti.” ( sf.98)

“Yedi gün yedi gece boyunca o ölümle savaşırken ben yatağının yanında durdum” ( sf.100)

Peygamber olduğunu sanan birinin hikâyesinin anlatıldığı romanda, Allah’ın yerleri ve gökleri yedi günde yaratılmasına atıfta bulunmasının alt okumasında altı günde yaratıp yedinci günde dinlenmeye çekilmesinin hikmetlerine işaret ediyor.

Mirza Ali’ye adanan kitap, bizim büyük yalnızlığımızı besleyen çaresizliğimizi akıcı bir dille yazmış.

Yavuz Ekinci’nin bu romanının kapağını da eski kitaplarının kapağını yapan birçok yerde ödül almış Geray Gencer yapmış. Siyah, yeşil ve turuncu renklerin kullanıldığı kitabı rafa koyduğunuzda sırt yazısı aşağı bakıyor ne yazık ki.