Hollywood felaket filmlerinde, başlangıçta huzurlu anların resmedildiği sahnelere rastlarız. Ara ara insanları tedirgin eden özel efektlerle izleyiciye kötü bir şeyler olacağı hissettirilir ve yangın, sel, deprem, tsunami gibi afetler bir anda gelerek o huzur ânını kesintiye uğratır. Bu filmlerde “kötü doğa” temsiline sıklıkla rastlanırken, yıkımın nedenlerinden neredeyse hiç bahsedilmediğini de araya sıkıştırayım. Mesela, yönetmenliğini J.A. Bayona’nın yaptığı “The Impossible” (Kıyamet Günü) filminde, Henry ve Maria üç oğlu ile birlikte Tayland'da lüks bir otele tatile gider. Her şey sakin ve huzurlu görünür; baba çocuklarla havuzda top oynar, anne kıyıda kitabını okur. Birdenbire hafif bir rüzgâr esmeye başlar, gittikçe şiddetlenir, yükselen dalgalar her şeyi yutar. Seyircinin huzuru kaçar, sonra kendi konumuna bakıp felaketin öznesi olmadığının farkına varır ve rahatlar. Felaket konulu filmler, izleyiciye anlık olarak dehşeti yaşatsa da yarattığı his genellikle felaketin başkasının başına geldiği düşüncesiyle sağladığı bir çeşit hâline şükretmedir.
Dünyanın bugünkü durumuna baktığımızda ise felaketin herkesin başına geldiği ve gelebileceği bir zamanı yaşadığımız söylenebilir çünkü artık kimsenin izleyici konumda kalıp kendini rahatlatacağı bir zamanda değiliz. İklim krizinin öngörülen felaketlerinin ortasındayız. Dünyanın pek çok bölgesinden ve coğrafyamızdan yangın ve sel haberleri geliyor, gelmeye devam edecek. İşin sarsıcı yanı, tüm bunların olabileceğinin yıllarca bilim insanları, iklim aktivistleri tarafından dile getirilmiş olması ve devletlerin inkâr etmek dışında neredeyse hiçbir şey yapmaması. Hâlâ bu tavrı sürdürüyorlar. Bu konuda can yakıcı olan bir şey de felaketin göre göre gelmesi, özellikle “hakikat sonrası”nın Trump tipi siyasetçilerinin de bu konudaki payını unutmamalı. Lee Mcintyre, “Donald Trump, iklim değişikliğinin ABD ekonomisini çökertmek için Çin hükümetince uydurulmuş bir safsata olduğunu söylediğinde, bunun uzun dönemli sonuçları da eşit ölçüde yıkıcı olabilir”(1) diyerek uyarıyordu. Maalesef iklim krizi inkârcılığının sonuçlarını görmek uzun zaman almadı, şimdi içinde yaşıyoruz.
Hem coğrafyamızda hem de dünyada politikacılar artık inkâr etmeseler bile çözüm konusunda pek de uğraşmıyorlar; tam tersine kapitalist kâr dürtüsüyle hareket ediyorlar, felaketi yaşayan insanları bile borçlandırarak yeni bir yaşama ikna etme çalışıyorlar. Devletlilerin bu tutumu bana Don Delillo’nun 'Beyaz Gürültü'(2) kitabını hatırlatıyor. Kitap boyunca kullanılan televizyon imgesiyle Delillo, gelmekte olanın seyirciliğini anlatmaya çalışır. Kitabın karakterlerinden Hitler uzmanı Gladney, felaketlerin kendisinin başına gelmeyeceğinden o kadar emindir ki bir patlama sonucu oluşan, kimyasal madde içerikli kara bulut kendilerine yaklaştığında şu cümleyi kurar: “Bu tür şeyler korumasız bölgelerde yaşayan yoksul insanların başına gelir. Toplum öyle bir şekilde yapılanmış ki doğa ve yapay afetlerin esas darbesini yiyenler yoksul ve eğitimsiz insanlardır. Su baskınları alçak yerlerde yaşayanları, hortum ve fırtınalar derme çatma binalarda oturanları vurur. Ben üniversite profesörüyüm…” Bugünün kapitalist devletlerinin işbirlikçi politikacıları ve sermayedarları da bana kalırsa böyle olacağını varsayıyor. Gözden çıkardıkları yoksulların başına gelecek ya da gelmiş olan felaketlerden nasıl kâr ederiz hesabı yapıyorlar. Ama iklim krizinin getireceği yıkımdan eğer önlem alınmazsa kimsenin payını almadan çıkamayacağını öngörmek için çok şey bilmek gerekmiyor, buna krizin failleri de dâhil.
Peki, felaketlerden ders çıkarmak bizi kurtarır mı? Serge Latouche, “Felaket Pedagojisi”(3) adlı yazısında bunu tartışıyor. “Felaket dersleri”ne pek güvenmememiz gerektiğini söylese de felaket tehdidinin bir tür “silkinip çıkmak” anlamına gelebileceğini, François Parnant’ın “krizlerin insanların kendi kendini yok edişini engelleyecek tek yol olduğu” fikrini hatırlatarak dikkat çekiyor. Deneyimlerden öğreniriz, yaşamımız tehdit altında olduğunda bu bir “silkinme”ye neden olabilir. Gerçekten öznesi olduğumuz kötü yaşantı, bunun neden böyle olduğu sorusunu sormamıza vesile olabilir ve failleri daha net görebiliriz. Bu nedenle “felaket dersleri” tek başına yeterli olmasa bile öğrettiği bir şeyler vardır. Aynı yazıda, Hans Jonas’ın şu cümlesi de ilgiyi hak ediyor fikrimce: “Talihsizlik kehanetine kulak vermek, mutluluk kehanetine kulak vermekten daha iyidir.”
Yıllardır iklim krizi gibi meselelerin neler getirebileceğini tartışan, bunu gündeme getiren insanlara felaket tellalı muamelesi yapıldı, ithal politika ortaya koymakla ya da kimlik siyaseti yapmakla suçlandı. Bu insanlar “boş iyimserliğe” değil de “talihsizlik kehanetine” kulak veriyorlardı ve bence bundan sonrası için de bu bakışı devletlerin üzerinde hissettirmek gerekiyor. Çünkü yıkımın ortasında boş umut yaymaktansa, karamsarlığa kapılmak gerektiğini hatırlatmak daha politik bir tavır. Bu belki de felaketten ders çıkarmaktan daha fazla sorunun çözümüne katkı sunabilir. Bireylere yüklenen çözüm yükünü hafifletebilir çünkü bu krizden çıkış ancak kapitalist devletlerin altını oymakla, onları çözüm için işlevselleştirmekle mümkün. Bireysel olarak devleti tanımıyor olabiliriz ama bu yapı yaşamı belirliyorsa onunla uğraşmak, ona çözümü dayatmak zorunluluk, bu nedenle acil iklim politikasını devamlı talep etmek elzem.
Kapitalizmin kendi krizlerinin yükünü yoksullara yükleyen, kâr odaklı politikalarını açıkça ortaya koyduğunu da deneyimliyoruz bugünlerde. Öyle ki evini, yaşamını, varlığına dair her şeyini kaybeden insanlara kendi arazilerine ev yapıp satmayı düşünecek kadar çığırından çıkmış politikalar bunlar. Bu nedenle Naomi Klein’in şu uyarısını dikkate almalı: “Neo-liberal ve neo-muhafazakâr oligarşi, alt sınıflar için yıkıcı fakat çokuluslu şirketler için kısa vadede kârlı olan çözümler dayatabilmek için felaketlerden yararlanır veya onları kışkırtır.”(4) Yangınlar sonrası devletin ve şirketlerin tavrında açıkça gördüğümüz bu bana kalırsa. Hatta felaket bölgelerinde yangını fırsat bilip kalan üç beş ağacı da yıkmaya çalışan Limak gibi şirketlerin politikası, hâlâ kömür ocağı, taş ocağı derdinde olan, selde insanlar ve hayvanlar hakkında tek cümle etmeyip HES’lerin zarar görmediğinden bahseden politikacıların, patronların tavrı tam da Klein’in cümlelerinin karşılığı gibi duruyor. Ki kapitalizmin kendi krizlerini yoksullar üzerinden çözme pratiklerine yabancı da sayılmayız. 2008 krizinde kendi varlığının devamı için bankaları kurtaran ve sonrasında yoksullardan daha çok çalışma ve kemer sıkma talep eden sistem, bugün varlığını sürdürmek için felaketten kâr devşirerek, yoksulları borçlandırarak, kendi yarattığı krizin yükünü alt sınıfların omzuna yüklemeye çalışıyor ve iklim krizinin getirdiği felaketlerden etkilenenlere yaslanarak kendini kurtarmaya çalışıyor. Bu nedenle iklim krizi için acil politikalar talep ederken, felaketten kâr etme peşine düşen felaket tüccarlarını deşifre etmek, mücadelenin parçası hâline getirmek başka bir zorunluluk.
Zor günler yaşıyoruz, günlerin geceye karıştığı, felaketin sürpriz olmaktan çıkıp evimizde, odamızda, bedenimizde, doğanın tüm canlılarının bedeninde varlığını gösterdiği bir zaman bu. Kıyamet burada, cehennem hayatın tam ortasında. Seyircilik misyonundan sıyrılmak, “silkinmek” ve ilk başta devletleri iklim için acilen politik tavır almaya zorlamak, kendi coğrafyamız açısından “Paris İklim Anlaşması”nı bir an önce imzalamaları için baskı yapmak gerekiyor çünkü başka bir dünya ancak bu dünyada mümkün.
- Mcintyre, L., (2019), “Hakikat Sonrası”, (Çev. M. Fahrettin Biçici), İstanbul: Tellekt Yayınları.
- Delillo, D., (2018), “Beyaz Gürültü”, (Çev.Handan Balkara), İstanbul: Siren Yayınları.
- Latuche, S., (2020), “Küçülme, Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı, ‘Felaket Pedagojisi’”, (Çev. Ayşe Ceren Sarı, Berk Öktem, Burag Gürden, Yaprak Kurtsal), İstanbul: Metis Yayıncılık.
- Akt. Latuche, S., (2020), 3. Dipnot, s. 147.