Felaket topluluklarının dayanışması
Rebecca Solnit'in 'Cehennemdeki Cennet' kitabı, Abdullah Yılmaz çevirmenliğinde Alfa Yayıncılık tarafından yayımlandı.
Yolu kaybetmenin ve yalnızlığın olduğu kadar, bunalımdan çıkışın ve umudun da yazarı Rebecca Solnit. Yaşamın, dengesizlikler ve eşitsizlikler getirdiğini söylerken beklenmedik şeylerle karşılaşmaya ve sürprizlere de gebe olduğunu anlatıyor. Dolayısıyla yürüyüş sırasında, insanın mutlulukla da engellerle de yüzleşebileceğini hatırlatıyor.
Söz konusu yüzleşmelerin, belli bir ana kadar bocalama yaratabileceğini sonrasında ise yan yana gelmeyi zorunlu kıldığını; umudun ve eylemin birbirini besleyeceğini anımsatıyor. Yenilgi gibi görünen şeylerin içinde zaferler taşıdığını söylerken geleceksizlik hissini aşma çabasından bahsediyor.
Solnit’e göre karanlıktan çıkma yolunun ilk ve en önemli adımı dayanışma. Büyük kriz ve felaket anlarında kendini yalnız hissedenlerin bir araya gelme örneklerini anlattığı; "Afetlerde Oluşan Olağanüstü Topluluklar" alt başlığıyla yayımlanan 'Cehennemdeki Cennet'te Solnit, çeşitli doğa olayları, afetler, terör saldırıları ve başka pek çok krizde yan yana gelerek "felaket toplulukları" oluşturanları incelerken mevcut sistemi de eleştiriyor.
YARALARI SARANLAR VE FIRSATÇILAR
Solnit, kriz ve felaket anlarında, yaşamaya ve olup biteni anlamlandırmaya çalışırken insanların zihnine daha evvel sumen altı ettiği soruların üşüştüğünü hatırlatıyor. Depremler, kasırgalar, yangınlar, terör saldırıları ve başka bir dizi olay sırasında, özellikle de sonrasında hemen herkes, durumu nasıl aşacağını düşünürken vaziyetten vazife çıkaranlarla, işlemeyen sistemle ve yalanlarla da mücadele ediyor. Başka bir deyişle gerçekler ve söylentiler arasında sıkışıp kalmışken bir felaket topluluğu meydana getiriyorlar. Dolayısıyla bozulan düzeni yeniden kurmaya çalışanlar ile bozuk düzeni fırsata çevirmeye uğraşanlar arasında bir mücadele başlıyor. Solnit’e göre bir felaket ve kriz, bir başka felaket ve kriz doğurabildiği gibi oradan çıkış yollarını da beraberinde getirebiliyor. İkinci seçeneğin hayata geçirilebilmesinin koşulu, yazara göre kararlılık ve bağlılıkla mümkün.
Solnit, felaket ve kriz anlarında kişilerin nasıl davrandığını, birbirine verdiği tepkilerin dayanışma koşullarını nasıl doğurduğunu örneklerle açıklarken şimdi ve burada olan yaşamdan aniden kaybolan şeylerin yarattığı endişeye ve oradan doğan beraberlik duygusuna yoğunlaşıyor.
Solnit, ortalıklığın yani birbirine benzer dertler ve yıkım içinde kurulan bağın anlamlandırmasının, güç bir neşe ve umut doğurduğu notunu düşerken hayatî bir yorum yapıyor: “Afet bizi tercihlerimize göre tasnif etmez; onlar, hangi partiye oy veriyor ve hayatımızı nasıl kazanırsak kazanalım fark etmez, bizi eyleme geçmeye ve başkalarını düşünerek cesaretle hareket etmeye, kendimizin ya da komşularımızın canını kurtarmak için inisiyatif almaya sevk eden acil durumlara sürükler. Umutsuzluğun kol gezdiği koşullarda ortaya çıkan bu türden olumlu duygular sosyal bağların ve anlamlı faaliyetin son derece arzu edildiğini, kendiliğinden hemen hayata geçirilebildiğini ve fazlasıyla ödüllendirici olduğunu gösteriyor.”
Solnit, afetler ve onların anlatıları içindeki bir amaç dâhilinde gelişen, doğrudanlık ve girişimcilik gerektiren eylemlerle ortaya çıkan neşenin peşine düşüyor. Kitabının başlığı da oradan geliyor; cehennemdeki cennet tam manasıyla bu.
Solnit, felaket anlarında korkuyla ve panikle şekillenen, yardımlaşmayla olgunlaşan bir araya gelişlerin tarihî örneklerini incelerken hem bireysel hem de kolektif ruh hâllerine yoğunlaşıyor. Büyük yıkımlar ve kayıplar arasından filizlenen umudu anlayıp anlatmaya uğraşıyor. 1906 San Francisco ile 1985 Mexico City depremlerindeki ortak davranışları ve tepkileri aktarırken 1917 Halifax patlaması ve 2001 New York saldırıları sonrasında ortaya çıkan dayanışmayı hatırlatarak afetler özelinde önemli ve her zaman karşılaşabileceğimiz karmaşa içindeki düzene dikkat çekiyor: “Her afette acı vardır, en çok da olağanüstü hâl geçtikten sonra hissedilen psişik yaralar vardır, ölümler ve kayıplar vardır. Tatmin edici duygular, yeni toplumsal bağlar ve özgürlükler de her zaman fazlasıyla ortaya çıkar. Kuşkusuz afetin olağan anlatımları ile onu fiilen yaşama arasındaki uçurum, bu anlatımların mağdurların yaralanan, ölen, yetim kalan, olmadı yıkıma uğrayan, genellikle afetin merkezinde bulunan, küçük bir azınlığı ile resmî yetkililerin beyanları üzerinde odaklanmasından gelir. Onların çevresinde, genellikle aynı şehirde, hatta aynı mahallede, büyük oranda zarar görmemiş ama derinden etkilenmiş çok daha fazla insandan oluşan bir kesim vardır ve burada önemli olan da afetin hayatın normal akışını sekteye uğratma gücü ve aynı zamanda eski düzeni yerle bir etme ve yeni imkânlara kapı açma kabiliyetidir. İşte afetin toplumlara yaptığı bu kapsamlı etkidir. Afet anında, eski düzen artık yok olmuştur ve insanlar kendiliklerinden kurtarma ekipleri, barınaklar ve topluluklar meydana getirir. Bütün yetersizlikleri ve adaletsizlikleriyle birlikte eski düzenin yeniden tesis mi edileceği, yoksa belki daha baskıcı, belki daha âdil ve özgür, afet ütopyasına daha çok benzeyen yeni bir düzenin mi yükseleceği afet sonrasında verilecek mücadeleye bağlıdır.”
İHTİYAÇLARI KARŞILAMAK VE ZENGİNLİĞİ PAYLAŞMAK
Afete dönüşen bir doğa olayında, terör saldırılarında ve hayatı sekteye uğratan felaketlerde ihtimallerin, suçluluk duygularının ve çelişkilerin kişilerin zihnini karıştırdığını anımsatan Solnit, çoğu insanın buz üstünde dengede durmaya çalıştığı bir ortam oluştuğunu unutmamak gerektiğini söylüyor.
Doğa olaylarının, afetlerin ve saldırıların yıkıcılığı kadar, felaket boyutuna varan bir başka şey ise iktidarların eylemleri ve eylemsizliği. Solnit, bu durumun “koruma”, “kollama” ve “yardım” adı altında gerçekleştirildiğini belirtiyor. Kriz anlarında “acil ihtiyaçları belirleyip felaket bölgesine yönlendiren” iktidarların, düzen yerine kaos yaratabildiğini deprem, sel, yangın ve terör örneklerinden hareketle anımsatıyor. Diğer bir ifadeyle dayanışmanın samimiyeti ile iktidarın sürdürmeyi her şeyden daha önemli gördüğü sistemin soğuk yüzünü karşılaştırıyor.
Her şey yolundayken pek fazla su yüzüne çıkmayan dayanışmanın ve empatinin, felaket anlarında hızla gelişebildiğini, herkes aynı dertten mustaripken iktidarların, eşitsizliklerin sürdürülebilirliği için çalışma refleksiyle hareket etmekten geri durmadığını; kaygılı zenginleri, yöneticileri ve yerelde söz sahibi olanları korumak için elinden geleni yaptığını hatırlatan Solnit; felaketler sırasında yeşeren umuttan bahsediyor. Yurttaşlar tarafından hesapsızca kurulan mutfaklar, yardım ağları, barınma merkezleri ve alınan güvenlik tedbirleri ise bu umudun önemli taşıyıcıları. Bir diğeri ise yardımlaşma: “Yardımlaşma, tek yönlü işleyen bağış ya da hayırdan farklı biçimde, tarafları birbirine bağlayan ilişki içinde katılımcıların, hem verici hem de alıcı olduğu anlamına gelir. Bu anlamla yardımlaşma iki taraflı; birbirinin ihtiyaçlarını karşılamak ve zenginliğini paylaşmak için el birliği yapan insanların bir şebekesi.”
ZORAKİ 'KARNAVALSI' ORTAM
Solnit’in yardımlaşmayla anımsattığı, kendini kurtarmaya uğraşanlar ile başkalarını kurtarmaya çalışanlar arasındaki kesin ayrımdan başka bir şey değil. Peki, bu güçlü edim neden ve nasıl ortaya çıkıyor? Yazarın kısa ve önemli bir yanıtı var: “Afet ânı, toplumsal altüst oluşlar gibi alışıldık inançların ve rollerin zincirlerinin boşaldığı ve ihtimallerin önünün açıldığı andır.”
Çeşitli örnekleri inceleyen Solnit; afetlerin, krizlerin ve felaketlerin insanlarda bir uyanışı tetiklediğini ancak uyanık kalabilmenin beceri isteyen bir çabaya bağlı olduğu sonucuna ulaşıyor. Aslında bu beceri kriz anlarından önce de gerekli; felaketin farkında olmak, gizlenmeye çalışılan gerçeklerin ayırdına varmak yani insanları ölüm tuzağında yaşamaya mahkûm eden iktidarları görmek de bahsi geçen beceriye dâhil.
Solnit, iktidarın elini kolunu bağlayan ve sistemi şoka sokan felaket sonrası beceri isteyen çabaya ve dayanışmaya bir örnek veriyor: “Bir afet gündelik hayat koşullarını zorlarsa o zaman gündelik sevgi, şefkat ve bağlantıların verdiği zevk her şey kötüye giderken bir güvenlik ağı ya da hayatta kalma ekipmanı hâline gelir, Mexico City’de, bu sosyal bağlar, depremzedelerin beslenmesini ve barınmasını ön ayak olarak öncelikle insanların canını kurtarmasını ve sonra da evlerini ve işlerini savunmak için örgütlenmesini ama son tahlilde deprem sonucu güçlü bir sivil toplumun doğuşunu sağlamıştı.”
Yazarın deyişiyle her kriz ve afet, insanların buluştuğu ve oradan çıkmaya çalıştığı “karnavalsı” bir ortam yaratıyor. Sorunların çözümleri beraberinde getirdiği, muğlaklıktan aydınlığa bir yol açıyor herkesin önünde. Bazen bir başkaldırıyı ve devrimi bazen de yardımlaşmayı ve diğerkâmlığı tetikliyor.
Günlük hayatı sekteye uğratan afetlerin, krizlerin ve saldırıların, insanları benzer dertler etrafında birleştirdiğini ve meydan okuyuşları beraberinde getirdiğini hatırlatan Solnit, bunun yeni bir dünya kurma imkânı sunduğunu açıklarken “cehennemdeki cennetin” nasıl oluştuğuna ilişkin cümleleriyle çıkıyor karşımıza: “Savaşın ahlaki muadili nedir? Vahşet, yabancı düşmanlığı, şiddet değil de verdiği aciliyet, anlam ve dayanışma duygusu değil midir? ‘Yurttaşlık mizacı’ dediğimiz şeyi başka ne ortaya çıkarabilir ki? Gündelik hayatın savaştaymış gibi askıya alınmasını ve büyük bir afetin ya da felaketin getirdiği dayanışmayı yaşayan insanların bileceği üzere, kamusal hayatın birçok veçhesi bazen sessiz sedasız böylesi duygulara zemin hazırlar. Neşenin doruklarına yalnızca aşırı durumlarda, büyük halk hareketlerinde ve tarihsel uğraklarda erişilir. Yine de o durumların verdiği tatmin benzeri bir duygu, hayat derin ve geniş olduğunda, gündelik yaşama da taşar.”