Felaketlerin ortasında Türkiyeli bir Ermeni aile: Tavan

Rober Haddeciyan'ın romanı "Tavan" okurla buluştu. Haddeciyan "Tavan"da unutmak ve hatırlamak arasındaki önemli farka dikkat çekerken okuru yatalak kalmış bir adamın dünyasına davet ediyor.

Abone ol

Serdar Korucu

Rober Haddeciyan, Türkiye Ermeni toplumunun en üretken kalemlerinden biri. Ermenice günlük gazete Nor Marmara’nın imtiyaz sahibi ve başyazarı. Yayımladığı ve yayıma hazır onlarca kitabı bulunmakta. Onlar arasında en çok ilgi çekenlerinden biri Tavan romanı. Kitabın Anahid Hazaryan’ın gözden geçirilen çevirisi ile ikinci Türkçe baskısı Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı.

Rober Haddeciyan

Tavan, soykırım sonrası Türkiye Ermeni toplumunun son yüzyılda yaşadıklarını bir “felaket” nedeniyle yatağa “mahkum” olan bir Ermeni tüccar üzerinden anlatıyor. Anadolu’dan gelen müşterilerine mal satan bir tüccar. Bu tüccar yazarın kendisinden ve geçmişinden çok da uzak değil.

Rober Haddeciyan uzun yıllardır Ermeni entelektüelleri arasında önemli biri olsa da aslında tüccar geleneği olan bir aileden geliyor ve kendisi de uzun yıllar ticaretle uğraşmış. Osmanlı döneminde Haddeciyan olan, Cumhuriyet döneminde ise Haddeler diye değiştirilen soyadları ile bu aile geçen yüzyılda ticaret hayatının bilinen isimlerindendi. İzmir’de Pamuk Mensucatı fabrikasının İstanbul ve Anadolu temsilcisi olmaları nedeniyle neredeyse bütün manifaturacılar kendileri ile çalışıyorlardı. Beyoğlu’ndaki gazetesinde bir araya geldiğimizde Rober Haddeciyan, o günleri “Herkes babamı tanırdı. Haddeciyan Efendi diye hitap ederlerdi,” diye anlatıyor. Babası işini tutkuyla yapsa da kendisi hiçbir zaman ticaret hayatına yazım hayatı kadar bağlanmamış. İstanbul Üniversitesi’nde aldığı Felsefe-Sosyoloji eğitiminin de etkisi ile entelektüel hayat onu çekmiş. Gazete yöneticiliğine yönelişiyse bir dostunun ricasıyla olmuş: Bedros Zobyan…

Zobyan da aslında gazeteci değil, mimar. 1950’lerin sonunda Adnan Menderes yönetiminin şehir içinde dev bir yıkıma dönen “imar hareketi” sırasında istimlak edilen Galata Surp Krikor Lusaroviç Kilisesi’nden geriye kalan alanda bugün de kullanılan kilisenin mimarlığını üstlenen isim. Onun yolunu gazetecilikle buluşturan Marmara Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı olan Suren Şamlıyan’ın damadı oluşu ve kayınpederinin vefatı sonrasında idareyi ele almak zorunda kalışı. Fakat Bedros Zobyan’ın kızının önce eğitim için Kanada’ya gitmesi, ardındansa 1967 yılında ailenin tamamen oraya yerleşme kararı alması Rober Haddeciyan’ın da hayatını etkilemiş. Arkadaşının ricasını kıramayan Haddeciyan kendisini ilk olarak 1946’dan itibaren kültür sanat bölümünde çalıştığı gazetenin yönetiminde, daha sonraysa imtiyaz sahibi olarak bulmuş. “Bunu hiçbir zaman istemiyordum. Türkiye’de Ermenice gazete çıkartmanın ne demek olduğunu biliyordum. Nasıl kabullendim hala şaşırıyorum. Fakat bir huyum var arkadaşlarım benden bir şey istediler mi ‘Hayır’ diyemiyorum,” diye anlatıyor Haddeciyan bu süreci. Üstelik babasının uyarısına rağmen bu işe giriştiğinin de altını çiziyor: “Aslında babamın bana bir nasihati vardı, ‘Hiçbir zaman Ermeni milli işleri içine girmeyeceksin’ derdi çünkü ağzı yanmış. Ben ise tam da bu işin içine düştüm.”

Aile içi ilişki özellikle de baba-oğul arasındaki iletişim, buluşmamızın vesilesi olan Tavan romanının ana hattını oluşturuyor. Romandaki en büyük kırılma anı da, yazarına göre tüm kitaba ruhunu veren cümle da bu ilişki içinde çıkıyor. Aslında bu ilişkinin sona erişinde... Romanın kahramanı “Bitti” diyor babasının ölümü ardından. Karısı Verjin’in bile anlayamadığı bir söz bu. Çünkü bu bitiş sadece babasının hayatının bitişi değil, 1915 sonrasında İstanbul’a yerleşmek zorunda kalan bir Anadolulu Ermeni ailenin topraklarıyla bağını da simgeliyor romandaki satırlarda: “Ben o diğer nefesi, babamın ciğerlerini dolduran o farklı havayı anlatmak istemiştim. Babamın ölümüyle, köyle aramızdaki bağlantı sonsuza dek kopmuş, Anadolu’da yanmaya başlayan lamba sönmüştü. Şimdi, burada, babamın dünyasından oldukça farklı bu şehirde sevdiklerim tarafından terk edileceğim, onlar yeni ufuklara yelken açacaklar.”

Romanda yatağa mahkum olmuş baba İstanbul’da doğmuş olsa da, onun babasının memleketi belli değil. Roman kahramanının “Annem, babam, amcalarım, onların anne ve babaları, daha da eskilere gidersek, kim bilir kaç kuşak o köyde yaşamışlardı,” diye andığı ve “(…) kim bilir kaç hane, kaç aileydiler. Bayramlarda nasıl bir araya gelirler, bu gibi günlerde büyüklü, küçüklü kaç kişi bir çatı altında toplanırlardı?” diye merak ettiği yer, Anadolu’da bir lambanın aydınlattığı bir evden ibaret sadece. Bu evin bulunduğu şehrin isminin zikredilmeyişi okuyucuda, bir zamanlar Ermeni yerleşiminin var olduğu tüm bölgeleri düşündürüyor ve bugünkü yok oluşu…

'BİZİM İÇİN ANADOLU'DAKİ SON IŞIK SÖNDÜ'

Tavan’daki bu adı anılmayan şehir daha sonra belirginleşiyor ancak bu kitapta değil. Bunu öğrenmek için Ermenice bilmek gerekiyor çünkü yazarın ikinci kitabı Tavan’ın Arkası'nda diğer ayrıntılar saklı. Rober Haddeciyan görüşmemizde Ermenice bilmeyen okuyucuları için bu memleketin kendi babası Avedis Haddeler’in doğduğu şehir Akşehir olduğunu söylüyor. Tavan’da bu şehir ile ilişkinin bitişi şöyle yer buluyor: “Onun ölümüyle Anadolu’daki bizim için son ışık söndü. Taşra hayatı artık bizim için bitti. (…) Şimdi artık o yabancı köyde, babamın ve benim devamı olduğumuz insanların bir mezarı ya var ya yok. Babam orada yatamayacak. (…) İşte o gece, bu lamba sönmüş, Anadolu’da başlayan hikâye babamın ölümüyle son bulmuştu.”

Rober Haddeciyan için Akşehir artık “yabancı” olmuş. Tıpkı roman kahramanın ruh hali gibi… Öyle ki Haddeciyan gazeteciliğe başlamadan önce İzmir Pamuk Mensucatının sorumlu müdürü olduğu zamanlarda birkaç defa tüm Anadolu’yu gezdiğinde Akşehir’e de yolunu düşmüş ancak orayı “memleketi” olarak göremediğini söylüyor buluşmamızda: “Bir iki kez sordum çevreye ama hiçbir şey göremedim. Bizim ailenin geçmişinden hiçbir iz bulamadım. Bana yardım edecek kimse de yoktu. Herhangi bir şehri gezdiğimde ne hissettiysem orada da öyle hissettim. Akşehir benim için bitmiştir artık.”

Savaş sonrasında aynı ülke içinde kalsa da babası için “diaspora” olan büyükşehir İstanbul’da doğan Rober Haddeciyan, Avedis Haddeler’in bu ruh halini taşıdığını doğruluyor ve onun gözünden memleket özlemini bir cümle ile anlatıyor: “İstanbul bütün güzelliğine rağmen doğduğu yeri dolduramaz.” Kim bilir belki de Avedis Haddeler, 1914’te köyü Armıdan’dan ameliyat için İstanbul’a gelip gemiyi kaçırdığı için memleketine dönemeyen Hagop Mıntzuri’nin İstanbul Anıları kitabındaki bir bölüme öykünüyordu içten içe. Ne de olsa kendisi de benzer bir geçmişe sahipti: “Benim ne işim vardı bu şehirde? Hayat beni buraya savurdu. Bana kalsa, bizim yaylalardan, coşkun ırmak boylarından ayrılmazdım. Ben bir rehineyim ve bir rehine olarak burada [İstanbul’da] yaşamaya mahkûmum.”

Tavan, Rober Haddeciyan, Çevirmen: Anahid Hazaryan, 208 syf., Aras Yayıncılık, 2018.

Beklentinin aksine Tavan, Anadolulu bir Ermeni ailenin İstanbul’a savruluş sürecine çok geniş yer ayırmıyor. Yani 1915’e, yani Ermeni Soykırımı’na. Ancak es geçtiğini, görmezden geldiğini söylemek de haksızlık olur. “Anadolu’nun o küçük köyü”nde “taşra hayatının sona ermesine” bir felaket, kitabın deyimiyle “savaş rüzgarları” neden oluyor. Tavan’da söylenenler, yazılanlar zaten söylenmeyenin, yazılmayanın yerini yeterince dolduruyor: “(…) ne köy ne de mezarlık kaldı. Savaş rüzgârları bir gün içinde hayatı altüst etti. Birdenbire evlerin bütün ışıkları söndü, bütün sesler dindi. Kırmızı altınlar sandıkların dibinde kaldı. Gelinler, çocuklarını kucakladı. O zaman daha doğmamıştım.”

Haddeciyan ailesinin mutlak ölümden kurtuluş öyküsü ise ailenin babası Avedis’in şans eseri o sırada İstanbul’da olması ile başlıyor. Tıpkı Mıntzuri’ninki gibi bir tesadüf ve böylece 1915 felaketinden kurtuluyor. Geride kalan üç erkek kardeşi hayatını kaybediyor. Rober Haddeciyan, annesi olacak Siranuş Haddeciyan’ın çöle sürülüp geri dönebilenlerden olduğunu hatırlatıyor: “Annem Siranuş ve o zaman ağabeyim vardı, çocuktu, onunla beraber sürgüne, Der Zor’un yakınlarına, Suriye’ye gitmişler.”

Der Zor dönüşünde aile, baba Avedis’in kararıyla Türkiye’de kalmayı tercih ediyor. Tüm ölümlere, kayıplara, felakete rağmen. Ailede bir iz bırakıyor o günler elbet. Mesela tarihte “Ermenilerin Atinası” diye anılan İzmir’de doğduğu rivayet edilen ve sonradan Akşehir’e gelin giden anne Siranuş’un üzerinde bir güvercin tedirginliği sabit kalıyor o felaket günleri ardından… Her ne kadar o dönemi çocukları ile hiç konuşmayacak olmasına rağmen. Haddeciyan görüşmemizde annesini “son derece neşeli ve misafirperver” olarak anlatıyor, bir “ama” eki ile birlikte: “Her gün bir arkadaşı eve gelmese ziyarete mutsuz olurdu. Bu şen tabiatının altındaysa bir korku ve rahatsızlık vardı. Biz 4 kardeştik. Hep beraber aynı evde yaşardık. 4 evlat da eve giremeden uyumazdı. Biz bu durumun pek farkında değildik. Ne ifade ettiğini de bilmezdik. Bu, ‘Bir felaketten kurtulduk ama bir başkası olmasın’ diyeydi.”

'TALİHSİZLİK EN BEKLENMEDİK ANDA MEYDANA GELİR'

Bu tedirginlik havası, her an her şeyin olabileceğine dair his, yazarın romanı Tavan’ın tümüne hakim. Her ne kadar roman kahramanı bir kişinin, belki de “her gün göz göze geldiği komşu dükkân sahiplerinden birinin” yere attığı muza basıp kayarak yatalak olsa da, felaketin beklenmedik bir anda gelişi güçlü bir vurgu: “Büyük bir felakete doğru yürüdüğümüzü, ertesi gün hasta yatağına düşüp bir daha asla çıkamayacağını gösteren en ufak bir işaret yok. Hiçbir şey, hiçbir uyarı (…) Talihsiz bir durumu daha da talihsiz yapan budur: Talihsizlik dediğin en beklenmedik anda meydana gelir. Her şey onu olanaksız kıldığında. Unutturduğunda. Felaket, bizi hazırlıksız, savunmasız yakalayarak acımıza acı katmak için, dinginliğin içinden patlar.” Rober Haddeciyan buluşmamızda yazımındaki bu vurguyu Sartre etkisi ile açıklıyor: “Adım adım yürüyoruz ama nereye yürüdüğümüzün farkında değiliz. O olana kadar ne olduğunun farkında değiliz. Bunda Jean Paul Sartre’dan etkilendim.”

Okuyanlar bu “büyük bir felakete doğru yürüme” ve hazırlıksız bir şekilde felakete yakalanmayı doğrudan Ermeni Soykırımı ile birlikte okumak isteyebilir elbet. Fakat Rober Haddeciyan’a da göre Tavan’ın başlangıcı için 1915’i görmek doğru ama tamamı göz önüne alındığında her vurguyu, her felaket atfını sadece Büyük Felaket ile sınırlandırmak yarım bir okuma olarak kalıyor. Çünkü konu edilen Ermeni toplumunun bu topraklarda yaşadığı tüm felaketler üzerine. Yani zamanı, kapsamı, etkilenen insan sayısı değişse de bu listeye tarih içinde diğerleri de eklenmiş durumda, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu gibi…

'DİASPORAYI ERMENİ MİLLETİ İSTEYEREK YARATMADI'

Rober Haddeciyan’ın söyleşimizde “felaket” olarak nitelediği bir başka şeyse diaspora. Haddeciyan, “Diasporayı Ermeni milleti isteyerek yaratmadı. Bir mecburiyetten yaratıldı. Geçici sanıldı ama geçici olmadığı anlaşıldı” diyor. Romanında da yatağa mahkum olan baba, kızının ve ailesinin diasporaya gitmeyi seçeceğini küçük torununun ağzından kaçırdığı bir sözle öğreniyor. “Tiksinti mi, korku mu, kızgınlık mı?” bilemediği çeşitli duyguların ardından torunundan bir dileği oluyor: “Benim bildiğim İngilizce elli kelimeyi geçmez. Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? (…) bana mektuplarını Ermenice yazacaksın.” Yani anadili Ermenceyi korumaya çalışıyor fakat üzüntüsüne hakim olamıyor. Nedeni sadece kendisinin bu dünyadaki son anında ailesinin yanında olup olmayacağını bilememesi değil. Kendi ailesinin de içinde yer aldığı bir halkın bu topraklardaki son izlerinin kaybolmasına, “bitiş”ine dair: “Yaşlı ve felçli babalarının ölüm haberini orada alacaklar günün birinde. Satenik’in yaşlı gözleri buzlanmış camda takılıp kalırken, Rupik “Ne oldu mommy? Ne oldu daddy?” diye soracak. “Bitti Rupik, bitti,” diyecek Satenik. Rupik sona erenin büyükbabasının değerli hayatı olduğunu sanacak. Oysa Satenik hüzünlü bakışlarıyla başka bir şey anlatmaya çalışacak. O gün ailemizde Ortadoğu bitecek. Yüzyıllar önce orada yanmaya başlamış lamba bir hastane odasında sönecek.”

Romanda öne çıkan bir başka başlık 'unutmamak' üzerine. Roman kahramanı Anadolu’da doğmuş ve İstanbul’da ölmüş babası ile ilgili konuşurken “(…) onu aklımdan çıkaramam, çıkarmak da istemem. Ha onu unutmuşum ha evimin kapısını onun yüzüne kapamış, onu kovmuşum...” diyerek hafızanın önemini vurguluyor. Rober Haddeciyan ise görüşmemizde unutmak ve hatırlamak arasındaki önemli farka dikkat çekiyor: “Biliyor musunuz hatırlamamak başka şey, unutmak başka şey. Birden bire bir ismi hatırlamayabilirsin ama onu unutmuş değilsindir. Niye unutmuş değilsin? Çünkü beş dakika sonra onu hatırlayacaksın. Unutmuşsan onu hiçbir zaman hatırlamazsın. Unutmamak gerek.”

Rober Haddeciyan’ın kendi aile geçmişini edebiyatın içine katarak unutulmaz ve ölümsüz hale getirdiği Tavan aslında bir üçleme. Yazarının “Ermeni milletinin kendi yaşadığı, doğduğu topraklardan kopma, taşradan büyük şehre taşınma, büyük şehirden sonra da diasporaya gitmeye mahkum olmak dramına dair” diye tanımladığı bu eserin ilki Türkçeye çevrilse de, ikincisi sadece anadili Ermenicede yayımlanmış durumda ve Türkçe okurlar yakında Aras Yayınları tarafından yayımlanacak çeviriyi beklemekte, üçüncüsü “Tavan Çöktü” ise yazarının bilgisayarında yarım kalmış durumda. Kendisinin bir gün bu üçlemeyi tamamlayabilmesi ve bu üçlemenin tamamını hepimizin okuyabilmesi dileğiyle… Yoksa Akşehirli bir Ermeni ailenin, Haddeciyanların hayat hikayesinden kesitler sunan bu üçleme Tevrat’ta geçen bir tanımlama gibi, “Bitti ama tamamlanmadı” olarak kalacak. Sonsuza kadar…