Feminist yazarlar arasında yeri her zaman özel ve çok güzel olan Virginia Woolf, “Bir kadın olarak benim ülkem yok” der ve ekler: “Bir kadın olarak kendime bir ülke de istemiyorum. Bir kadın olarak benim ülkem bu dünya.”
Woolf’un “kendine ait bir odası” vardır. O da bütün dünyadır.
Peki 1800’lerin sonundan beri bu dünya feminist dünya görüşü için bir cennet mi cehennem mi oluyor?
İran’da kadınlar zorunlu başörtüsüne karşı kararlı başkaldırılarıyla müesses nizamı dönüştürmeye çalışırken, sokaklar, üniversiteler, caddeler, sosyal medya “Kadın, hayat, özgürlük için ayağa kalk” sloganlarıyla inliyor.
Afganistan’da Taliban rejiminin yeniden başa geçmesiyle kadınlık neredeyse bir “suç” haline gelmiş durumda. En son özgürlük alanlarından park ve bahçeleri de kadınlara yasaklayan Taliban, kadınların şehir dışına tek başına seyahatini de engelliyor. Ortaokul ve lise çağındaki kızların okula gitmelerine ise halen izin verilmiyor. Burka giymedikleri için üniversiteye girişlerine izin verilmeyen Afgan kadınlar, bunu protesto ettiklerinde Taliban güçleri tarafından kırbaçlanıyor.
Tüm bu kırılgan ortamda ise, İsveç’in yeni Dışişleri Bakanı Tobias Billstrom’un geçtiğimiz ay “feminist dış politikayı sonlandırdığı”na dair açıklamasıyla yeni bir fasit daire içerisinde bulduk kendimizi...
Bu beklenmedik karar, ilk aşamada şunu gösterdi:
Aşure hazırlamanın püf noktaları nesilden nesle aktarılsa da, kadın haklarını önemseyen ve önceleyen bir dış politika bir hükümetten diğerine devredilemeyebiliyor; sağcı-popülist bir yönetim kadın haklarının normatif değerini hamur gibi elinde yoğurabiliyor.
Billstrom, “Artık feminist dış politika yürütmeyeceğiz; çünkü bazı şeylerin üzerindeki etiketler içeriğini görünmez kılıyor” derken, ülkenin yeni Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Bakanı Paulina Brandberdg ise, görevde olduğu süre boyunca hükümetin politikalarının feminist olmaya devam edeceğine dair teminat verdi. Bu “yeniden markalama” sürecinde hangi söylemin ağır basacağını zaman gösterecek.
Ancak ilkesel olarak bakıldığında, dış politikadaki büyük güçlerin tutumlarının –doğru kullanıldığında- dünyanın dört bir yanındaki kız çocukları ve kadınların yaşam standartlarını ve iyi olma hallerini şekillendirebildiği bir gerçek.
Peki, feminist dış politikanın sihirli değneği var mıdır?
Feminizm; uluslararası sistemin geleneksel güç tanımını yetersiz bulan, dış politika ile iç politikanın içiçeliğini vurgulayarak insanı ve toplumsal cinsiyet sorunlarını merkezine koyan bir yaklaşım...
Feminizm; realist paradigmaya karşı çıkar. Çünkü şöyle bir sorgulamaya gider: Kadınlar nerede? Kadınlar savaştan nasıl etkileniyor?
Dış politikanın feminist olması, Afganistan’da açlığın pençesindeki ailelerin çocuklarını “gelin” olarak satmalarının ardındaki sosyo-ekonomik gerçeklikleri anlamaya ve çözüm bulmaya odaklanır – yoksa yerel halkları daha ağır ekonomik yaptırımlarla cezalandırmaya değil.
Dış politikanın feminist olması, eleştirilen ülkedeki halkların gerçek sorunlarının anlaşılması, yerel dinamikler üzerinden çözüm geliştirilerek tabandan bir demokrasi ve insan hakkı bilincinin geliştirilmesiyle mümkün olduğuna inanır - yoksa topla, tüfekle, İHA’yla, SİHA’yla değil.
Dış politikanın feminist olması, BM Güvenlik Konseyi’nin özellikle de 2000 yılında aldığı 1325 sayılı Karar’ı ve ardından Birleşmiş Milletler’in kadın, barış ve güvenlik odaklı kararlarını referans alır - cinsel şiddetin savaş suçu olarak tanımlanması veya silahlı çatışmaların kadınlar ve kız çocukları üzerindeki olumsuz etkilerin önlenmesi konusunda ülkelere baskı yapar.
Ancak, dış politikanın feminist olması, örneğin Rafia Zakaria’nın Against White Feminism (Beyaz Feminizme Karşı) adlı kitabında yazdığı gibi, birbiriyle savaş halinde olan iki ülkeden birine silah satmaya devam ederken, diğerinde barış görüşmelerine kadınların daha fazla dahil edilmesi konusunda baskı yapmaya da karşı durmalıdır.
Dış politikanın feminist olması, ABD başkan yardımcılığına ilk defa bir kadının, Kamala Harris’in seçilmesi veya IMF’nin de Avrupa Merkez Bankası’nın da AB Komisyonu’nun da bir kadın tarafından yönetilmesinin dış politikaya dair karar çıktılarında feminist yaklaşımı kolaylaştırmasını talep eder.
Peki, özellikle son yirmi yılda İskandinav ülkeleri üzerinden dalga dalga yayılarak ana akımlaştırılmaya başlanan feminist dış politika idealinin öznesi kimdir?
Bu özneyi “kadınlarla” sınırlamak mümkün mü? “Eril taassuba başkaldıran” erkekler de bu özne içerisinde yer almalı mı? Yoksa feminist dış politika, ekonomik ve ticari çarkları da içine alır mı? Bir sorup bin ah işitmek bu olsa gerek...
İsveç, dış politikasında toplumsal cinsiyet eşitliğini 1990’ların ikinci yarısından beri önceliklendiriyor, kalkınma yardımları politikasını kadın haklarını odağına koyarak yapıyor; İsveç Dışişleri Bakanlığı altında faaliyet gösteren İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Ajansı SIDA gibi kanallar üzerinden yardımda bulunacağı ülkelerden bu minvalde projeler geliştirip uygulamalarını talep ediyor.
2014 yılında ise bir kırılma daha oluyor:
İsveç’in o dönemki Dışişleri Bakanı Margot Wallström, “devrimci” bir adım atıyor ve feminist bir dış politika yaklaşımı benimseyeceğinin işaretini veriyor. Ardından derhal toplumsal cinsiyet perspektifini içeren bir eylem planı hazırlatıyor. Zaman içerisinde de bu eylem planını revize ediyor. Çatışmaların önlenmesinde sivil toplumun rolü, kadının katılımı, Birleşmiş Milletler nezdinde kadınların barış ve güvenlik bağlamında öncelenmesi gibi hedefler belirliyor.
Bu açıdan örneğin İsveç, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin bir köyündeki kadınların sorunlarını çözmek üzere dış politikasını dizayn ederken onlara “neye ihtiyacınız var?” diye soruyor. Yanıt olarak “ürünlerimizi yan köylere satmak için bir küçük tekneye” yanıtını aldıktan sonra; BM kanallarını zorlayarak bu alımı gerçekleştiriyor.
Yani, yerel dinamikleri gözeten bir kamu iletişimi uyguluyor; puslu bir Stockholm sabahında zencefilli kurabiye yiyerek bilgisayar başında dünya kadınlarının sorunlarına çözüm aramıyor.
Dolayısıyla, İsveç, dış ülkelerle ilişkilerinin odağına toplumsal cinsiyet eşitliğini koyacağını 2014 yılında açıklayan ve bu yönde harekete geçen ilk ülke.
Feminist bir dış politika izleyeceğini açıklayanlar kervanına sonraki yıllarda sırasıyla Kanada (2017), Fransa (2019), Meksika (2020), İspanya (2021), Lüksemburg (2021), Almanya (2021) ve kısa süre önce de Şili (2022) katılıyor.
İspanya, feminist dış politikadan sorumlu özel bir elçi tayin etti ve bu elçi her yıl feminist dış politika hedefleri ve uygulamalarına dair meclise raporlar sunacak. Kanada ise 2022 yılına kadar ikili uluslararası kalkınma yardımlarının en az yüzde 95’inin toplumsal cinsiyet eşitliği odaklı olacağına, bunda da özel sektörün daha fazla belirleyici olacağına dair söz verdi ve bu hedefe de oldukça yaklaşmış durumda. Meksika, dış misyonlarda daha fazla kadının görevlendirilmesine odaklandı.
Dolayısıyla, İsveç ve ardından ondan ilham alan ülkeler feminist bir dış politika uygulaması için başlangıçta üç temel hedef (İngilizce baş harflerinin kısaltmasıyla 3R – haklar /rights; temsil /representation, kaynaklar /resources) belirledi: (1) kadınlar ve erkeklerin aynı haklara sahip olması; (2) kadınlar ve erkeklerin hükümetlerin tüm düzeylerinde eşit temsili ve barış inşa ve koruma süreçlerine kadınların daha fazla katılımı; (3) kadınlar ve erkeklere eşit kaynakların tahsisi.
Ancak süreç içerisinde bu hedeflerin sahadaki gerçeklikle uyuşmadığı noktalar da oldu.
İsveç yapımı silahların Yemen savaşında kullanıldığı, İsveç’teki bağımsız ve özgür medya sayesinde ortaya çıktı; İsveç’in silah ticareti konusundaki “zafiyeti” OECD’nin bağımsız değerlendirme raporlarına dek yansıdı. 2020 yılında İsveç’in silah ihracatının yüzde 20’sinden fazlasının Yemen’de savaşta kullanıldığı ortaya çıktı. Hem de 2017 yılında İsveç’teki yasal değişikliğe göre “alıcı ülkenin demokratik statüsünün, silah satış izni verilmesine dair değerlendirmelerde asli bir koşul haline getirilmesi” kararı alınmasına rağmen...
Oysa kadın haklarının dış politikada önemsenmesinde silahsızlanma anahtar rol oynamalıydı. Silahlar yaygınlaştıkça kadınların eğitimi, çalışma hayatına katılımı, gıdaya erişimi, cinsel sağlığı da olumsuz etkileniyordu.
Ancak tüm bunlar da feminist dış politika paradigması çerçevesinde sümenaltı edilmedi; tartışıldı; çözüm arandı. Çünkü İsveç’te kurumsal ve siyasi düzlemlerde temel ideoloji aynı kaldı: Feminist dış politika.
Bu süreçte İsveç’te kadın büyükelçilerle erkek büyükelçilerin oranı neredeyse eşitlendi. OECD 2021 verilerine göre İsveç’in dış yardımların yüzde 84’ü toplumsal cinsiyet eşitliği odaklı hale getirildi. Feminist dış politika güçlü bir kurumsal temele kavuşturuldu.
Okan Üniversitesi’nden feminizm konusunda uzun yıllardır kapsamlı çalışmalar yürüten Prof. Zeynep Alemdar, “İsveç’in feminist dış politikası, hem bir devletin uluslararası ilişkilerini şekillendiren normların arasına kadın haklarını sokması ve kadın haklarını uluslararası gündeme dış politikası aracılığıyla getirmesi acısından önemliydi; hem de, kadın ve kız çocuklarının korunmasını öncelemesi, onların savaş ve çatışmalardan daha farklı ve daha yoğunluklu olarak etkilendiğini tanıması bakımından önemliydi” diyor.
Alemdar’a göre, İsveç’te yeni hükümetle birlikte bu politikanın bırakılması bize aynı anda birçok şey anlatıyor: Öncelikle, uluslararası sistemin normatif temellerinin yok edilmesi.
“Bu normatif temellerin koruyucusu olan ABD’de Trump döneminde yaşanan çürüme, değerlerin kültürel ağırlığını zedeledi. Artık değerler konuşmak kutuplaştırıcı bir eyleme dönüştü; ortaklık sağlayan bir zemin olarak kalmadı. İkinci olarak ise, dış politika anlamında İsveç uzun süredir bu normatif saikle dış politika yapan bir ülkeyken, bence geçici bir yorgunluk oldu. Maddi kazancın yanı sıra dünya daha tehditkâr bir döneme girerken İsveç de farklı bir dış politika yönelimine girdi,” diyor Alemdar.
Öte yandan madalyonun bir diğer yüzü de var: Askeri müdahaleleri toplumsal cinsiyet eşitliği sağlamak üzerinden meşrulaştırmaya çalışan, kadın haklarını “zavallı toplumları medenileştirme misyonu” üzerinden okuyan post-kolonyal söylemler de bir o kadar tehlikeli. Hatta bu söylemler Daeş ve Taliban gibi birçok terör grubuna da, feminizmi emperyalizmle özdeşleştirme fırsatını altın tepside sunmuş oluyor.
Çünkü bu bakış açılarında da, eleştirilen düzenin kapsamlı bir muhasebesi yapılmadan, kurban hikayeleri üzerinden Batı’nın eylemlerini meşrulaştırmaya odaklanılıyor. Bu da ülkenin iç dinamiklerinde, patriyarkal şiddet yapılarında köklü bir değişim ve dönüşümü değil, rasyonel-stratejik-sinik bir bakış açısıyla anı kurtarmayı, gerektiğinde silah endüstrisini gözetmeyi hedefliyor.
Oysa mesele bir mini-etek meselesi değil sadece. Mesele, hedef ülkedeki kadın sorunlarının kök nedenlerine inebilmek, iç politikadaki iktidar yapılarıyla da mücadele edebilmek... Feminist bir dış politikada barış dronlarla, bombalarla, ekonomik yaptırımlarla sağlanamıyor; dahası sürdürülemiyor. Hedefe yönelik projelerle, sahayı tanıyan uzmanların liderliğinde sahadaki kadın gerçekliğini dönüştürmekle kadınların iyi olma hali sağlanıyor.
ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından 7 Ekim 2001’de başlattığı Afganistan işgaline dair dönemin First Lady’si Laura Bush, katıldığı bir radyo konuşmasında, Taliban rejimiyle savaşın aynı zamanda “kadın hakları” için verilen bir savaş olduğunu ileri sürmüştü.
ABD müdahalesi sonrasında 10 yıl kadar kadınların yaşam koşullarında –okullaşmadan çocuk ölüm oranlarına Afgan kadınlara verilen binlerce mikro-krediye dek- gözle görülür bir iyileşme olsa da, Amerikan askerlerinin Afganistan’dan ani ve hazırlıksız bir şekilde çekilmesinin ardından aslında Afganistan gibi kriz bölgelerine yönelik feminist dış politikanın etkililiği ve sürdürülebilirliğinin ne kadar gerekli olduğu, kadınların iyi olma halini sağlamaya dönük dış politika açılımlarında örneğin ülkedeki eski savaş baronlarının hükümet üzerindeki etkisinden yolsuzluğa dek birçok dinamiğin de dikkate alınması gerektiği anlaşıldı.
Bu açıdan örneğin Rusya-Ukrayna barış görüşmelerinde de daha fazla kadının müzakere masasında yer alması gerekiyor. Çünkü bu savaşta çocuklarıyla birlikte yüz binlerce kadın komşu ülkelere sığındılar veya ülkede kalıp ailelerin yaşlı fertlerinin bakımıyla ilgilendiler. Savaştan farklı boyutlarda acı çektiler. Müzakere masalarından da dışlandılar; onlara erkekler tarafından çocuklarıyla ilgilenme misyonu “biçildi”.
Oysa kadınların savaşlar sırasında ve sonrasında adalete ve tıbbi desteğe erişimi gerekiyordu. Örneğin Bosna-Hersek savaşının tüm maddi ve psikolojik yıkımını yaşamış, tecavüze uğramış, hamile kalmış, sakatlanmış kadınların adalete erişim imkanları için uluslararası toplumun seferber olması gerekiyor. Şimdi benzer bir yıkım, Rus işgalinin ardından Ukrayna’da gerçekleşiyor.
Peki, feminist bir dış politika izleyeceğini açıklayan ülkeler kervanında henüz yerini almayan Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğini önceleyen bir dış politika mümkün mü?
İlk kadın büyükelçimiz Filiz Dinçmen’in 1982’de Lahey Büyükelçisi görevine getirilmesinden bu yana Türkiye’nin aktif görevdeki kadın büyükelçi oranı yüzde 26’lar düzeyindeyken bu oran 10 yıl önce yüzde 11’lerdeydi.
Prof. Alemdar’a göre, Türkiye’nin dış politika önceliği olan konularda kadınların korunması, kadınların karar alma mekanizmalarında daha fazla yer alması mümkün.
Eş kurucusu olduğu Dış Politikada Kadınlar İnisiyatifi çerçevesinde Alemdar ve ekibinin yaptığı ve Berlin merkezli düşünce kuruluşu SWP-CATS tarafından finanse edilen bir çalışmada, Türkiye’nin mülteciler ve göç, uluslararası barış güçlerine katılım, uluslararası yardım ve diplomatik alanlarda neler yapılabileceği konusunda çözümler sunan yazılar hazırlandı, öneriler sunuldu. Kadın büyükelçilerin uluslararası çatışmalarda arabulucu olarak daha fazla yer alması, sorunlara gerektiğinde salt devlet odaklı değil, toplumsal cinsiyet odaklı bakabileceği platformlarda yetkilendirilmesi bu önerilerden birkaçı.
Daha genel anlamda ise, toplumsal cinsiyet eşitliğini içselleştirmiş kadın diplomatların, kendileri gibi “eril çerçevenin dışında bırakılmış” tüm kesimlerin –içinde göçmenler de var, çocuklar da, azınlık topluluklara mensup kadınlar da, cinsel şiddete maruz kalmış kadınlar da- haklarının savunucusu olduğu bir çerçeve önerisi getiriliyor.
Çünkü toplumdaki bazı güç ilişkilerine eril perspektiften baktığınızda eleştiri getirmiş olmuyorsunuz, o eril egemen dili, onu üretenlerle görünmez bir işbirliğine girerek yeniden üretmiş oluyorsunuz.
Yani ana mesele; kadınların diplomaside daha fazla temsiline ek olarak diplomasiye kadar sirayet etmiş olan bu eril kurumsal kültürü dönüştürebilmeleri...
Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı, diğer bakanlıklara nazaran kadın temsili açısından daha iyi durumda. Bürokraside ve dış temsillerde çok değerli kariyer diplomatları var. Ancak Alemdar’a göre, bu kişilerin hangi pozisyonlarda göreve getirildiği de önemli.
“Türkiye, G-20 üyesi; bir yandan da AB aday ülkesi. Avrupa Birliği’nde diplomasideki kadın diplomatların temsil oranı yüzde 48 iken Türkiye’de yüzde 35. Diğer ülkelerle kıyaslarsak, Bulgaristan’da bu oran yüzde 63, Fransa ve Yunanistan’da yüzde 51, İspanya’da yüzde 43. Bundan sonraki dönemlerde daha çok kadının dış politikaya ve diplomasiye katılımını cesaretlendirici adımlar atılmalı” diye ekliyor.
İsveç’in bir kez daha tetiklediği “feminist dış politika” tartışmalarını Türkiye bağlamında daha kapsamlı tartışmanın vakti geldi.
Kadının dış politikada temsili, diplomasideki aktif büyükelçi oranı gibi istatistikler elbette çok önemli, ancak bunların dış politika söylemine yansıtılması ve kadın diplomatlarımıza dış politika yapım ve karar alma sürecinde daha fazla rol ve alan verilmesi de gerekli.
Örneğin Türkiye-Ermenistan veya Türkiye-İsrail ilişkileri gibi normalleşme süreçlerinin dalgalı seyrettiği sorun alanlarında çözümün anahtarı kadın kariyer diplomatlarının daha fazla rol üstlenmesinden, kadın büyükelçilerin atanmasından, dış politikaya kadın duyarlılığı ve sorun çözme becerilerinin eklemlenmesinden geçiyor.
Kadınların uluslararası barış ve güvenlikteki rolü uzun zamandır göz ardı edilmiş durumda. Feminist dış politika yaklaşımı, Türkiye’yi de içeren bir “akım” haline gelirse, dünyadaki en büyük adaletsizliklerden bazılarının düzeltilmesine kadınların sihirli değneği dokunabilir.
Çünkü biliyoruz ki, “Hepimiz özgür olana kadar, hiçbirimiz özgür değiliz!”