Toplumsal cinsiyet temelli çalışmalar akademinin üvey evladıdır. Görmezden gelinir, küçümsenir, hatta men edilir. Ya da tam tersine, ciddiye alınmadığı için çok fazla engelle karşılaşmaz. “Bırakın oyalansın çocuklar” yaklaşımı hakim olur. Yani ya göz ardı edilir ya da göze batar. Seksenlerin depolitize edici atmosferinde kadın hareketi bir nefeslenme imkanı bulmuştu mesela. Kadınların hak arayışları, özel alanın düzenlenmesine dair talepler de içerdiklerinden olsa gerek, bir siyasi eylem olarak görülmüyordu belli ki.
Aradan yıllar geçti. Kadın ve LGBTİ hareketi rüştünü ispat etti. Ama muhafazakar çevrelerde feministlere ve toplumsal cinsiyet çalışmalarına yönelik algı fazla değişmedi. Bu minvalde unutamadığım bir anım var. İki binli yılların başında çalıştığım, ülkücü kadrolaşmasıyla maruf ve akademik kadroyu çoğunlukla erkeklerin işgal ettiği üniversitede “Mekanın Cinsiyeti” adlı bir lisansüstü ders veriyordum. Dersi haliyle orada açamamıştım, farklı bir üniversitenin kadın çalışmaları programında veriyordum ama öğrencileri çalıştığım fakülteye çağırmıştım. İlk ders günü, öğrenciler sınıfı kolay bulsunlar diye, fakültenin giriş kapısına dersin adını, kendi adımı ve sınıfı belirten bir yazı astım. Sınıfa çıkıp öğrencileri beklemeye başladım. Çok kısa bir süre sonra, kadın güvenlik görevlisi kan ter içinde sınıfa daldı. “Beni affedin n’olur hocam” diye girdi söze, “ayrıca, dekan yardımcımız da özürlerini iletiyor.” “Hayırdır!” dedim ben. Hiçbir şeyden haberim olmamasına şaşarak ve biraz da rahatlayarak meramını anlattı. Meğerse dersin ve benim adımın yazılı olduğu kağıdı fakültenin kapısında gören dekan yardımcısı, ülkücü öğrencilerin beni aşağılamak, alaya almak için absürt bir ders adı uydurduklarını düşünmüş ve öfkeyle kağıdı yırtarak güvenlik görevlisini alarma geçirmiş. Bir süre faili arayıp bulamadıktan sonra benden özür dilemeye karar vermişler. Durumu açıklayınca hem güvenlik görevlisinin hem de yine kadın olan dekan yardımcısının, bir yandan kızarıp bozarırlarken, diğer yandan da seçtiğim çalışma alanının tuhaflığı karşısında nasıl şaşkınlığa uğradıklarını görmek eğlenceli olmuştu. Ama bununla kalmayıp toplantılarda, başka hocaların derslerinde mekanın cinsiyeti mefhumunun alaya alındığını fark edince işin tadı kaçtı tabii. Erkek ve ülkücü hocalardan birinin sınıfta bir süre, “Sen oradan kalk bakıyım kızım, o oturduğun yerin cinsiyeti sana uygun değil” ve benzeri esprilerle gününü şenlendirdiğini duyuyordum öğrencilerden. Zaten politik tercihim, cinsiyetim ve çalışma alanlarım sebebiyle mobbing'e uğradığım üniversitede, onlar eğlenirken benim sinirim bozuluyordu.
Yakın zamanda YÖK’ün toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla ilgili yapmaya çalıştığı yeni düzenlemeler gösteriyor ki, kadın hareketi ve kazanımları ciddiye alınmaya, göz korkutmaya başladı. Hükümetin cinsiyet politikasına ters düşen bir ivme kazandı. Kendi aramızda konuşurken, bu mücadelenin ucundan tutan kişiler olarak, en azından bir tehdit unsuru haline geldiğimize sevindiğimiz bile oluyor.
Bu kadar laf ettikten sonra konuyu getireceğim yer şurası: Ne zaman kadınların mağduru oldukları bir olay veya bir kadın tarafından mağdur edilen bir erkek söz konusu olsa, bir haber yayınlansa, sosyal medyada “Feministler nerede?”, “Neden feministlerin sesleri çıkmıyor?”, “Hadi bakalım feministler sesinizi duyalım” türünden tarizlerle/tacizlerle karşılaşıyoruz. Feminist kelimesinin yerini zaman zaman alaycı bir “feminik” alabiliyor. Üstelik veryansın eden güruh içinde kadınların ve kendisine demokrat, aktivist diyen bir grubun da bulunduğunu görüyorum. Bu saldırgan tavrı sergileyenlerin genel profiline bakınca, feminist eleştiri kendisine ve yakın çevresine yöneldiği için rahatı kaçan çok sayıda insan görebiliyorsunuz. Kadın-erkek fark etmiyor. Bu meydan okuyucu tavra bakacak olursanız, sosyal medyada varlığını ilan etmeyen, bas bas bağırmayan toplumsal mücadelenin bir hükmü yok. Yaklaşım böyle olunca, klavye kahramanlığı yapmakla yetinen sosyal medya muhalifleri, sessizce ve sakince mağdurların güçlenmesine destek olan, farkındalık çalışmaları yaparak bir şeyleri dönüştürmeye uğraşanlara galebe çalıyor.
Feminist eleştiri, kayda değer, ağır bir politik eleştiridir, bir düzen eleştirisidir, herkes içindir. Oysa mücadelesi de, kazanımları da görmezden gelinir, kale alınmaz. Geleneksel ahlaki değerlere düşman olduğu yahut sol mücadeleyi baltaladığı düşünüldüğü için çoğunlukla hasmane bir tavırla karşılaşmıştır. Sol siyasette, feminizmin kimlik siyaseti yapması eleştiri konusu edilmiş, sınıf mücadelesini zayıflatmakla itham edilmiştir. Bunun da ötesinde toptancı bir yaklaşımla, kadın hareketi yekpare bir hareketmiş, başka ideolojilere teyellenerek sürdürülmüyormuş gibi ele alınmıştır.
Yakın zamanda hakkında bir yazı yazacağım için Kadınca ve Kim dergilerini incelemiştim. Bu iki dergi, Türkiye’nin kadınlığı keşfetmesine, cinselliğin tabu olmaktan çıkmasına ve kadın özgürleşmesine belli ölçülerde katkıda bulunmuş dergilerdi. Başlarda eşitlik mücadelesi ile anılsalar da, giderek kadınların özgürleşme ve güçlenme çabalarına da destek olacak bir mahiyet almışlardı. O dönemde de bu dergiler erkek düşmanı oldukları, aile değerleri için tehdit arz ettikleri ve temel kaygılarının cinsel özgürlüğü hakim kılmak olduğu savıyla eleştirilmişlerdi. Ailenin kutsiyetinin sorgulanması ve cinsel özgürlük talebi büyük bir tehditti.
Kadın hareketi, feminizm, eşitlik ve özgürlük talepleri hâlâ düzen için en temel tehditlerden biri olarak görülüyor. Üstelik sadece muhafazakar ve mukaddesatçı siyasi iktidar tarafından değil, sol muhalif hareketin bir kısmı tarafından da. Her fırsatta feministleri söz üretmeye, eylem yapmaya çağıran cenahın “Hadi bakalım, ateistler bunu da açıklasın” diyen yobazlardan bir farkı kalmıyor. Sosyal medyada görünür olmaya yönelik bu çağrı, özünde feminist hareketten duyulan rahatsızlığın, kadınların cüretinden, inadından ve fikr-i takibinden rahatsızlık duyan, ataerkiyle garanti altına alınmış bir konformizmin tezahürü gibi görünüyor. Muhtemelen bir kesim erkeğin iktidarını sarsan, onu yutmaya hazır bir femme fatal tahayyül ediyorlar feminist deyince. Yahut erkeksileşirken erkeğe düşman da olmuş nobran bir kadın. Kadının güçlenmesi bütün dengeleri değiştirecek, “huzur”u kaçıracak bir gelişme. Dolayısıyla feministlere duyulan öfkenin dört koldan harlanması, bırakın muhafazakar bir hükümeti, ataerkinin içine yerleşmiş, ondan faydalanan veya ona hizmet eden herkesin işine geliyor.
Her cenahta olduğu gibi kadın hareketinde de böyle düşünenleri haklı çıkaracak, saldırgan bir üslupla tartışmaya giren, hakaret, aşağılama ihtiva eden eleştiriler yapanlar var, kabul etmek lazım. Ama buradan yola çıkarak tüm bir kadın mücadelesini itibarsızlaştırmak akla ziyan bir tavır. Bu mücadeleyi üç beş kadının şımarıklığı gibi görmekse büyük bir ayıp.