1.
Nedense üzerine çok konuşmayız ama hayatta bir mesafe bilgisi var. Bir mesafe hesabı var.
Yıllar önce bir sokak röportajında iki genç kızı izlemiştim. Esenler ya da Bağcılar’daydılar diye hatırlıyorum. Ortaokuldan sonra okumamışlar, aynı tekstil atölyesinde çalışıyorlarmış. Su içer gibi hızlıca anlattılar hayatlarını; anlatıp bitirdiler. Esas soru başkaydı: İstanbul’da en çok nereleri seviyorsunuz? Kem küm ettiler, pek bir yer söyleyemediler. Bilmiyorlardı. Birisi “ben Mecidiyeköy’ü gördüm” dedi. “Ama başka da elit semt görmedim” diye ekledi. Öteki de lafa karıştı: “Biz elit semtleri bilmeyiz, oralara gitmeyiz.”
İki dakikalık röportaja ne kadar hikâye sıkışmış... Yerlerinden kıpırdayamamaları bir yandan… Bazı semtlere ‘elit’ demeleri öte yandan. Mecidiyeköy’ü elit görmeleri hele… Ya ‘elit’ sözcüğünü kullanım biçimleri? Ama en dramatiği kendilerini konumlandırmalarıydı. Elitlerin oturduğu semtler var; bir de kendi oturdukları semtler var ve bu iki coğrafya arasında geçiş yok. Oralara gidilmez bile. Çünkü mesafe çok uzun, mesafe aşılmaz.
2.
Ferdi Tayfur’un ölümünün ardından nedense bu genç kızlar düştü aklıma. Birer Ferdi Tayfur hayranı olup olmadıklarını merak ettiğimden değil, mesafe meselesi yüzünden… Koca şehrin kenarında takılıp kalmaları ve oradan bir yere kımıldayamamaları yüzünden…
Çünkü ben Ferdi Tayfur’a yönelik büyük teveccühün, halkın onu bir yere, bence özgün bir yere koymasının mesafelerle de bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Üzerine çok konuşmayız ama hayatta çok şey mesafe bilgisidir. Nerede doğdun, nereye kadar ilerledin? Nereden nereye geldin? Bizler en çok belli bir mesafe kat edenlerin başarı öykülerinden ya da müthiş irtifa kaybederek düşenlerin, olmadık şekilde gerileyenlerin başarısızlıklarından haberdar oluruz. Bir de en varsıllarımızın, en kurnazlarımızın vasatlıklarından. Çünkü onlar hayatsızlıklarını örtmek yöntemler bulmuşlardır; hiçbir mesafe kat etmeseler dahi, birtakım ayrıcalıklar ve türlü düzenbazlıklar sayesinde kendi hayatları etrafına o güzel başarı hikâyelerinden örerler ve bir tür yol kat etme anlatısı üretirler. Bazen süte su, çoğu kez de suya süt katarlar.
Bir de geriye kalanlar vardır… Öyle ahım şahım yollar kat etmeyenler. Hikâyeleri sadedir, bugünün ölçütlerine göre ne başarılı ne başarısızdır, çünkü mesafesizdir. Anlatılmazlar. Hele bir de tüm hayat hikâyelerini misliyle çarpan bir büyük şehirde değillerse… Bunları hesaba katınca şu sorunun cevabını buluruz: Ferdi Tayfur’un şarkılarını kim dinler? Çok kişi dinler dinlemesine de onun kasetlerine pop müzik iktidarında bile milyonlar sattıran; konserlerine, filmlerine rekorlar kırdıran, değil hayatta mesafe almak, bir yerden bir yere gitmekte bile zorlananlardır. Demek ki halkın büyük çoğunluğudur. Bu birinci cevap…
İkinci cevap ise İstanbul’la ilgili. Şunu hepimiz biliriz, kar İstanbul’a yağdığında haber değeri taşır. Bayramlarda İstanbul boşalır, dönüşlerde İstanbul’a giden yollar tıkanır. Nabız, İstanbul’dadır. Ama Ferdi Tayfur’un şarkılarını kim dinler sorusunun cevabı, bu ülkede İstanbul’dan başka bir hayat da olduğunda yatmaktadır.
Bizim memlekette hayat elbette her yerde yaşanır. İstanbul’dan gayrısı çok anılmaz ama Manisa’da Çorum’da Sakarya’da Kilis’te Bartın’da da yaşanır. Ferdi Tayfur özelinde, bilhassa Adana’da yaşanır. İstanbul’un bir kenarı var, bir de Adana’nın kenarı var. Ferdi Tayfur sevgisi işte orada, çekirdeği orada. Koyu, kopkoyu bir çekirdek orada. Tayfur, Gülhane’de yüz binleri toplasa da bence dağılan, netliğini kaybeden bir fotoğraf İstanbul’daki. Adana’nın kenarındakiyse ışıklı, güneşli, net.
3.
Ferdi Tayfur’un ölümü, çok sevdiğim, ruhuma hep yakın bulduğum Adana’yı da düşündürdü bana. Ne acayip bir yerdir Adana…
Adana bir limandır. Deniz eksikliği çeken bir liman. Adana’yı biraz bilen herkes kanımca Adana’daki deniz eksikliğinin farkındadır. İstasyonun arkasında deniz olmalıydı, dersiniz… Yılmaz Güney, filmlerinde dalgın dalgın denizde taş sektirmeliydi, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’sinde Sivas’tan kopup Çukurova’ya düşen Ali, Hasan ve Yusuf, hiç değilse bir defa suya girebilmeliydi.
Adana yine de bir limandır. Gizli bir liman. Büyük limanlarda farklı insanlar kaynaşır, bin türlü karşılaşma yaşanır. Renkler, desenler karışır. Yeni bir ruh doğar. Hep yeni bir ruh doğar. Adana işte bu ruhun sık görüldüğü yerlerdendir.
Bir tür devri daim makinesidir. Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Yılmaz Güney… Bu memlekete, hayatlarımıza dair birçok sorunun cevabı Adana’dadır.
Halen böyle midir peki? Adana’da doğanlar, Adana’da büyüyenler Adana’ya sığmayan bir hikâye üretmişlerdi. Var mı şimdi o hikâye?
Yazar Behçet Çelik, Adana üzerine nefis yazılar derlediği kitabı ‘Adana’ya Kar Yağmış’ta, şehri şöyle tarif eder:
“Adana’nın son yıllarda önemi azaldı. Bunun nedeni ülkenin tarım politikalarıyla, sanayileşmesiyle de açıklanabilir, ama taşranın içerisinde farklı bir taşrayken, hatta belki de güney ve güneydoğunun ‘baştaşrası’ diyebileceğimiz bir konumdayken herhangi bir taşra şehrine benzemeye başladı Adana. Anadolu Kaplanları arasında sayılmıyor. Yükselen bir değer değil. Esasında yaşanan çok büyük bir dönüşüm değil belki de. Adana, kendisini bir zamanlar ‘baştaşra’ yapan özelliklerini bütünüyle yitirmedi.” (Adana’ya Kar Yağmış - Adana Üzerine Yazılar, Derleyen: Behçet Çelik, İletişim Yayınları, 2012)
Baştaşra çok isabetli bir tanım. Birçok şeyin nedenini nasılını da çok iyi anlatıyor. Baştaşradan çıkma Ferdi Tayfur, yol alamayanların hikâyesini İstanbul’un dışında kuruyor. Babalık da değil bu, bir tür krallık. İstanbul’da büyük ve cazip bir hayat var ama onun dışında da var. İstanbul dışında da milyonlarca insana seslenen, onları acılar etrafında kenetleyen, acılarla büyüyen krallar var. Sabahçı kahveleri, fabrika işçileri, yoksul mahalleleri, adliye önleri, adaletsizlik ve küfür var. Minibüs hoparlöründen ‘sen de mi Leyla’ diye dalga dalga yayılan kahır var. Grevler, direnişler var; kaybedişler var. Zulüm var ve karşışında sessizlik de var. Dayanışma yerine isyanı acılı nağmelerle ıslah ediş var. Tüm çelişkileriyle hayatın kendisi var.
Dedim ya, Adana’nın bir kenarı var. O kenarda dikilip duran, yol almasa bile düşmemeye çalışanlar var. Ferdi Tayfur, iki binli yıllara dek en çok onların kralıydı… Adana’nın baştaşralığı düştükçe, krallığın da gücü azaldı.
4.
Ferdi Tayfur’un ölümü sadece bana değil sanırım herkese bu eski kralların soyunun artık tükenip tükenmediğini sordurmuştur. Arabesk bir zaman memleketin kültür sahasının bir numaralı meselesiydi. Tartışmaların nüvesiydi. Bitti mi bu dünya? Çözdük mü şimdi?
Eğer bittiyse, halen aramızdakilerin dışında bir kral daha gelmeyecekse, bari şu an, artık hayatla aramıza daha fazla mesafe koymadan, neyi neden yaşadığımıza serinkanlılıkla bakalım.
Arabesk her zaman bir değişim dönüşüm öyküsü olarak okundu. Şüphesiz öyleydi de. Ama arabesk dediğin de tek bir hikâye değil. Değişimin yüzleri var. Onlarca isim var elbette ama en çok dört isim: Orhan, Ferdi, Müslüm, İbo… Üç baba bir joker. Halk, İbrahim Tatlıses’e çok şey yakıştırdı da onu ‘baba’ ilan etmedi. En ‘baba’ Müslüm’dü… En çok da en yitik, en dipte, en zorda olanların babası… Toplumun en az babalık ettiklerinin babası. Orhan ve Ferdi de babaydı ya, onlarınki biraz daha anlaşılır, öngörülür bir babalıktı. Kalbe dokunan, düşeni kaldıran, uzaktan seven… Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur ise daha özdeşleşilebilir figürlerdi. Yaşayan, acı çeken, seven, unutulan babalar. Bizim gibi babalar… Müslüm Baba’nın, sadece ona ait bir makam olan has babalığı gibi değil… İbrahim Tatlıses’in ele avuca sığmaz halleri zaten hiç değil… Ferdi Tayfur ve Orhan Gencebay bize yakın babalardı. Ama onlar da bir yerde ayrıldılar. Müzikal yapılarında, sahnedeki duruşlarında, fikirlerinde, daha çok yerde ayrıldılar tamam ama esas bir yerde ayrıldılar: Ferdi Tayfur, herkesin içinde ağlayan, acısını gösteren bir babaydı. Orhan Gencebay ise en acılı şarkılarında, örneğin Dilenci’de bile vakurdur, uzak ve metin durur.
Biz ağlayan birini seviyorsak eğer, onu sadece acı çektiği için, o acıları bizim de anladığımızı göstermek için sevmeyiz; onun acısı ve gözyaşlarında bize değen bir hikâye bulduğumuz için severiz. Halk, Ferdi Tayfur’u, Ferdi’yi ya da Ferdi Baba’yı da ağlar gibi şarkı söylediği için değil, o ağlayan seste kalbine yakın, çok yakın bir başka sesin, kendi sesinin yankısını bulduğu için sevdi.
Ve Ferdi Tayfur hikâyeler anlattı.
Bir hikâyesinin bende yeri var. Çocukluktan itibaren epey Ferdi Tayfur dinledim. Ya da şöyle diyeyim: Epey Ferdi Tayfur da dinledim. Eşten dosttan, akrabadan, coğrafyadan illa ki gelen bir bilgi… Onun hayranı olmasam da anlattıklarına ilgi duydum. Çocukken dinlediğim ‘Ferdi Tayfur - Konser’ kasetindeki bir hikâyeden çok etkilenmiştim. Tayfur, konserde seyircileri susturuyor ve az sonra söyleyeceği şarkının hikâyesini biraz da teatral bir şekilde anlatıyor. Fabrikadan yorgun argın eve dönen bir genç adam var ve karşı apartmana taşınan bir genç kız… Genç adam genç kıza vuruluyor tabii ama bir türlü açılamıyor ona; nihayet bir gün alıyor sazı eline ve şöyle sesleniyor sevdiğine: Bakışların bana biraz cesaret versin….” ‘Merak Etme Sen’, Ferdi Tayfur’un anlatımıyla işte böyle başlıyor. Seyirciler çığlık çığlığa…
Bu muazzam geçiş bir yana, Tayfur’un bu hikâyede iki dakikada, fabrikada sabaha karşı işten dönen bir resmetmesini hep sevdim. Hikâyenin devamında karşı penceredeki genç kız da fabrikada çalışacaktır. Aşkları orada doğacaktır. Şarkı önü hikâyesi, bu detaylarla bezenince, ‘Merak Etme Sen’ bir başka boyut kazanır. Şarkıdaki genç adamla özdeşleşen Ferdi Tayfur, onunla özdeşleşen dinleyici… Birer fabrika işçisi… Müthiş çalışan bir mekanizma. Üstelik gerçek. Kim dinliyor Ferdi Tayfur’u sorusuna dümdüz bir yanıt…
Kim dinliyor Ferdi Tayfur’u sahi?
Hikâye dinlemeyi sevenler dinliyor. Hikâyesi birbirine benzeyenler dinliyor; bundan gocunmaktansa bu benzerlikle avunanlar dinliyor. O büyük hayatın dışındakiler dinliyor. Taşranın bile kenarındakiler dinliyor. Elit semtlere gidemeyenler, yükselemeyenler, denemeyenler, artık aramayanlar dinliyor. Mesafe alamayanlar ama mesafenin her zaman farkında olanlar dinliyor. Bir yandan şu da var: Tüm acılara rağmen isyan etmeyenler, adaletsizliklere itiraz edenler, sadece sitem edenler ve hesaplaşmayı hep erteleyenler de dinliyor.
5.
Ferdi Tayfur’un son nefesini verdiği hastanenin önünde toplanan kalabalığı görmüşsünüzdür. Bir muhabir aralarına dalmış soruyor: Siz kimsiniz, nereden geldiniz? Bir arabanın içindeki üç kişi cevap veriyor. Kim olduklarını söylemiyorlar, bunun hiçbir önemi yokmuş gibi:
“Ben 30 dönümü bırakıp geldim, bu 50 dönümü, bu 10 dönümü bıraktı.”
Dönüm dedikleri tarla olabilir mi? Bu kış günü? Domates seracıları mı acaba? Her kim iseler, kimlik de vermiyorlar, dönüm söylüyorlar sadece. Vefat haberini alınca, her şeyi bırakıp arabaya atlayıp gelmişler.
“Ne kadar uzaktan geldiniz?” “280 kilometreden…”
Bu hayatta her şey mesafelerle ölçülüyor.