Ferit Edgü: Kaçkınlar, Bozgun(cular) kuşağından bir başka Kimse

Türkiye’de edebiyatın, sanatın ilk modernistleri onlar. Ismarlama, ithal, özenti “modernlik” değil; bilfiil araştıra araştıra yarattılar kendilerini, sanatlarını ve kimliklerini. İçine doğdukları zamanın, toplumun, kültürün, dilin ötesini aramayı, onlardan ayrışmayı, dönemin -1950’lerin- gözde ifadesiyle yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı göze almayı gerektiren bir süreçtir bu.

Zeki Coşkun zekicoskun@gmail.com

Ferit Edgü ilk gençlikten itibaren yeryüzü konukluğunu birlikte kat ettiği dostlarıyla buluşmaya gitti. Yüksel Arslan, Orhan Duru, Demir Özlü, Tezer Özlü ve yokluklarına şunca zamandır katlanmaya uğraştığı diğer yol arkadaşlarının yanında artık.

Türkiye’de edebiyatın, sanatın ilk modernistleri onlar.  

Ismarlama, ithal, özenti “modernlik” değil; bilfiil araştıra araştıra yarattılar kendilerini, sanatlarını ve kimliklerini. İçine doğdukları zamanın, toplumun, kültürün, dilin ötesini aramayı, onlardan ayrışmayı, dönemin -1950’lerin- gözde ifadesiyle yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı göze almayı gerektiren bir süreçtir bu.

Edgü’nün ilk iki kitabı adları dahil, her şeyiyle söz konusu halin belgesi: Kaçkınlar (1959), Bozgun (1962). Yol arkadaşlarının ilk verimleri de öyle: Bunaltı (Demir Özlü, 1958), Bırakılmış Biri (Orhan Duru, 1959). Üçünün yolu Mavi dergisinde kesişmiş. 1952’de Attila İlhan’ın öncülük ettiği derginin kapanış sayısı 1956’da henüz 20 yaşındaki Ferit Edgü’nün girişimiyle çıkacaktır: Son Mavi.

Mavi kapanırken a dergisi doğar. Öyküde 1950 kuşağının diğer üç büyük ismi orada boy gösterir, ilk kitaplarını birlikte yayınlarlar: Onat Kutlar (İshak, 1959), Erdal Öz (Odalarda, 1960), Adnan Özyalçıner (Panayır, 1960).

Kuşağın şiirdeki karşılığı II. Yeni’dir. Resim – heykeldeyse ilk sergilerini Adalet Cimcoz’un Maya Sanat Galerisi’nde (1950 – 1955) açan Yüksel Arslan, Kuzgun Acar, Ali Teoman Germaner (Aloş), Ömer Uluç gibi yenilikçi-öncü gençler. Hepsi de henüz 20’lerindedir.

Serüvenlerine yine Gazete Duvar’da kısaca değinmiştim:

İlk ürünlerini 1950’lerde veren sanatçılar, edebiyatçılar, cumhuriyetin ilk kuşaklarındandır. Türkiye dahil olmasa da sınırlarında cereyan eden, rüzgarının içeride anbean hissedildiği İkinci Dünya Savaşı yıllarının çocuklarıdır. Gençlik yıllarınaysa Soğuk Savaş hakimdir.

Onuncu Yıl Marşı’yla büyümüşlerdir:

Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan

Gözlerini şiire, edebiyata çevirdiklerinde yedi düvelle baş etme, “Orda bir köy var uzakta” söylemi hükmünü yitirmiş, Dalgacı Mahmut’uyla Süleyman Efendi’nin nasırıyla Garip öne çıkmıştır. Ne Anadolu dünyanın merkezidir ne de “bir Türk cihana bedel”. Onları yetiştiren “muasır medeniyet”, “aydınlanma”, “hümanizm” gibi “ülküler” de terki diyar etmiştir gençlik yıllarının Soğuk Savaş ikliminde. Amerikan rüzgarıyla donanmış taşra muhafazakarlığı iktidardadır.

Etrafa baktıklarında dünyanın ve zamanın taşrasına hapsedildiklerini görürler. Sartre’da, Camus’de, Kafka’da bulurlar hallerinin, hislerinin tercümesini. 

PARİS’TEN ÇALAN ÇAN

Yukarıda andığım ilk kitapların her biri 1930’ların ilk yarısında doğan “10. Yıl” Cumhuriyet çocuklarının ayrı ayrı ve benzeş gençlik manifesto niteliği taşır. Galiba en çok da Edgü’nün Kaçkınlar’ı. Hemen ilk öykülerde kendini gösterir bu:

"Biliyorum, bir insana inanabilseydim, bir insanı sevebilseydim (bu insan kendim bile olsa) her şey değişecekti. Ama ya o insan yoktu ortalarda. Ya da o inanç -o günlerde."

Kaçkınlık bir tür direnişe dönüşür:

"Tek bir şeye karar vermiştim, bunaldın mı, üstüne üstüne gideceksin. Daha çok bunalmaktan korkma."

Kalem alıştırmalarına şiirle başlayan Ferit Edgü, öyküyü Sait Faik’le keşfeder. Ocak 1954’de ilk öyküsü yayımlandığında kuşakdaşlarından farklı olarak aynı zamanda genç bir ressam adayıdır. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne henüz adım atmıştır. Akademi’de Bedri Rahmi Atölyesi’ne uzanan dört yıllık resim eğitiminin ardından yine hocasının da etkisiyle seramiğe yönelir. Bu amaçla 1958’de Almanya’ya gider, oradan Paris’e geçer.(1)

Seramik eğitiminin yanı sıra Sorbonne’da felsefe, Louvre’da sanat tarihi kurslarını izler. Edgü bunlarla beraber, hatta bunlardan da önce Paris’te daha ilk yılında ilk kitabını oluşturmaya koyulur.

Kapak tasarımı ve sayfa düzenini bizzat yaparak ilk öyküsünü Yeni Ufuklar dergisinde yayımlayan Vedat Günyol’a gönderir hazırladığı dosyayı. Henüz olmayan yayınevinin adı da yer almaktadır kapakta: Çan Yayınları.

1959’da çıkan Kaçkınlar’ı yine her şeyiyle kendisinin bizzat hazırladığı Bozgun izleyecektir 1962’de. İlk kitaptan farklı olarak Çan Yayınları’nın amblemi de vardır (güneş kursu) bu kez. İç sayfalardaysa öykülere Yüksel Arslan desenleri eşlik etmektedir.(2)

Bozgun, Ferit Edgü, Çan Yayınları, 1962

1960’ların başından 1970’lerin ortalarına Türkiye kültür, düşünce ve edebiyat yaşamına önemli katkılar sağlayan, çeviri kitaplarla öne çıkan Çan Yayınları, adıyla sanıyla bizzat Edgü’nün girişimiyle doğar böylece.

PARİS’TEN PİRKANİS’E İKİNCİ DOĞUM   

1960 sonrası Demir Özlü, Onat Kutlar ve Yüksel Arslan’ın da eşlik ettiği Paris serüvenini Mayıs 1964’de noktalayarak askerliğini yapmak üzere ülkeye dönen Edgü sonbaharda “yedeksubay öğretmen” olarak haritanın, sınırın ucuna; Hakkari’nin Pirkanis köyüne gönderilir. Yolu, izi, bildiği, konuştuğu, okuyup yazdığı dillerde adı, sanı, karşılığı olmayan köyde okul da yoktur elbette.

İstanbul – Paris – İstanbul hattından Pirkanis’e düşüş, asırlarca saltanat başkentliğini yaşamış, modernin kıyılarında dolaşan İstanbul’la “Modernitenin Başkenti”(3) postmodernin eşiğindeki Paris ekseninden taş devrine düşüştür Pirkanis.

Edgü, “Hakkari’de bir mevsim”i, bu düşüş ya da keşfi kendisi için “ikinci doğum” olarak niteleyecektir. Yine kendi deyişiyle ilk doğumu Kaçkınlar. Bunaltının, bozgunun üstüne üstüne gitme bir kez daha zorunluluk olarak gösterir kendisini Hakkari’de. Ancak on yıl sonra romanlaştıracağı bu deneyimi Ders Notları’nda kaydeder:

"Pirkanis'teyken aldığım sayısız mektuplarının birinde sevgilim şöyle diyordu:
'Alışacaksın. Dağ başına, dillerinden anlamadığın, sesini, dilini anlamayan insanlara, ordaki yaşam koşullarına, her şeye alışacaksın.'

Oysa söz konusu olan alışmak değildi.
Anlaşmaktı.
Alışmak, hiçbir zaman, hiçbir durumda istemedim bunu.
Alışmak, boyun eğmek demektir.
Bir şeye alışan kişi, her şeye alışabilir.
Zindana
İşkenceye
Çaresizliğe
Ölümlere
Eşitsizliğe...

Hayır, ne o insanlara alıştım Pirkanis'te ne de içinde bulunduğum yaşama koşullarına. Yıllar sonra, 'O'yu yazarken, yaratmaya çalıştığım çoşku, alışmamanın sonucu.

Bir idam hükümlüsüne diyeceği son söz sorulduğunda, 'Hiçbir zaman itiraf etmeyin' diye bağırmış.

Bir yazar olarak 'Hiç bir zaman hiç bir şeye alışmayın!' diye bağırmak istedim 'O'yu yazarken."

Yarın: Ferit Edgü’nün görünmeyen mesaisi

NOTLAR:

(1) İleriki yıllarda Akademi’den hiçbir şey öğrenmediğini söyleyecek, “Ne öğrendimse sokaktan, hayattan öğrendim,” diyecektir. Yazının her türünde ürün veren, “edebiyatçı – yazar” kimliğinin yanı sıra reklamcılık, yayıncılık, galericilik, sanat danışmanlığı, küratörlük, koleksiyonculuk gibi bir dizi uğraşta kendini gösteren Ferit Edgü’nün İstanbul ve Paris’te toplam on yılı bulan resim, seramik eğitimlerine karşın bu alanlarda bilinen hiçbir çalışmasının olmaması dikkat çekici.

(2) Her iki kitapta da dosyayla birlikte basım ücretini de göndermiş, kendi kendisinin yayıncısı olmuştur Edgü.

(3) David Harvey, Paris, Modernitenin Başkenti, çev B. Kılınçer, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2012

Tüm yazılarını göster