Gözünü Tarık Akan’la açanlardanım. Şanslıydım, “Hababam Sınıfı”nı (ve onun oynadığı pek çok filmi) sinemada seyrettim. Çanakkale’nin kordon boyundaki tek yazlık sinemasında. Onu izlediğim yıllarda henüz “yakışıklı”ydı ve ben sınıfımızdaki kızlar onu çok sevdiği için büyüyünce Tarık Akan olma hayalleri kuruyordum.
Çanakkale’de, televizyonumuz Yunanistan devlet kanalı ERT’yi çekerdi. 12 Eylül sonrasında bir gün bambaşka bir Tarık Akan gördüm orada: Yanında Melike Demirağ ile Ankara’da dolanıyordu, şalvarlıydı. Filmin adının “Sürü”, senaryosunu yazanın ise Yılmaz Güney olduğunu sonradan öğrendim. Sonra “Kanal”ı izledim yine aynı kanalda. En son, “Maden”i. Bildiğim “yakışıklı” gitmişti; yerine gelen, madende ve köyde “ağalara karşı” direniyordu. Sonrasında hep direndi. Sadece filmlerinde değil, hayatta da. O yıllarda, Tarık Akan’ın hapiste olduğunu bilmiyordum. Anılarını yazdığı “Anne Kafamda Bit Var”ı (Can Yayınları, 2002) okuyunca ayrıntılarını öğrendiğim hikâyeyi, bir Ankara Film Festivali söyleşisinde, bizzat Tarık Akan’dan dinlemiştim. İlk görüşümdü. Dağ gibi oluşuna şaşırmıştım. “Sürü”nün Türkiye galasının yapıldığı yıldı ve aramızda olmayan Yılmaz Güney dışında bütün ekip Metropol Sineması’ndaydı. Çocukluğumda bilmeden izlediğim filmi bu kez bilerek izlemiş, filmin sonunda sahneye gelen oyuncuları ama en çok Tarık Akan ve Melike Demirağ’ı ellerim patlarcasına alkışlamıştım. Büyümüştüm ve Tarık Akan olma hayalim yön değiştirmişti: Sadece yakışıklı değil, en az onun kadar bilgili, “görmüş” ve kavgacı olmak istiyordum artık.
Hayatımın her döneminde Tarık Akan hep vardı. Bundan sonrasında da olacak. Yaşıyor olduğunu bilmek benim için teselliydi: Eylemlerde yan yana gelmek, aynı havayı solumak iyi geliyordu. Siyasi görüşü elbette tartışılır. Onu sevmek için aynı noktada olmamız gerekmiyor. Aynı yöne bakıyor olmamız yeterli. Öyleydik: 1 Mayıs’tan Gezi direnişine pek çok “buluşma”da göz göze geldik. Dahası, kendi adıma konuşayım, beni ben yapan pek çok şeyi onun filmlerinden öğrendim: Direnişi, grevi, boykotu, kavgayı ve en önemlisi onuru… Filmlerinde rol yapmadı. Bunlar, gerçek hayatına taşıdığı şeylerdi: İşsiz kaldı, hapis yattı, işkence gördü. 12 Eylül sonrası, Birinci Şube’de ve Selimiye’de yaşadıklarını, kitabında anlatıyor. Onu döven polislerin, sonrasında onunla hatıra fotoğrafı çektirmek istediğini anlattığı bölüm, memleketin aynası gibi: “Tarık Abi’yle bir resmimizi çek, hatıra olur” cümlesi, yüreğimize kaya gibi oturuyor. Neyse ki kendini yalnız hissetmiyor orada; dahası, umut veriyor. Onun yanlarında oluşundan güç alan mahkumlar var cezaevinde: “Hoş geldin, seni burada görmek ne garip, demek yalnız değilmişiz.”
YOK EDİLEN KİTAPLIK
“Anne Kafamda Bit Var”, 12 Eylül’ü bütün gerçekliğiyle anlatan kitaplardan. Tutuklandığında abisine haber uçuruşu ve evdeki “delil”leri yok etmesini isteyişi, dönemin “korku”larıyla yüzleşmemizi sağlıyor. “Delil” dediği, kitaplar. Yazık ki abi, sadece “delil”leri değil, koca bir kitaplığı yok ediyor o gün: “İki arkadaşıyla eve gelmişler, kitaplara bakmışlar, bakmışlar, bunların hangisi yasak hangisi değil, içinden çıkamamışlar; sonra bir avukat arkadaşına telefonla sormuşlar, gene işin içinden çıkamamışlar, bunun üzerine ne kadar kırmızı kaplı kitap varsa hepsini bavula doldurmuşlar. (…) Evin önündeki deniz kenarında ellerinde iki bavulla iki kişi, sağa sola bakmışlar, polise yakalanırlarsa ne yapacaklarını düşünmüşler. Hepsini birden mi, yoksa tek tek mi denize atacaklarına karar verememişler, tek tek atmışlar, hafif bir lodos varmış, atılan kitapların bazıları denizde yüzmeye başlamış, onlar da korkularından hepsini birden denize atıp kaçmışlar.”
Tarık Akan’ı filmlerde en çok Ferit olarak gördük. 1972–1975 yılları arasında oynadığı filmler, adını dönemin popüler şarkılarından alıyor ve art arda sıraladığımızda, “en iyileriyle ‘70’li yıllar” listesine ulaşıyoruz: “Sev Kardeşim”, “Tatlı Dillim”, “Oh Olsun”, “Boşver Arkadaş”, “Mavi Boncuk”, “Ah Nerede”, “Ateş Böceği”, “Delisin”… Ekseriyetle muzip esas oğlanı canlandırdığı filmler bunlar: Kiminde zenginlere bulaşan haşarı kenar mahalle çocuğu, kiminde musluk tamircisi, kiminde dolandırıcı… Ne olursa olsun, hepsinin ortak bir paydası var: İnsan!
'DELİKANLI, BENİ SENİN YAŞINDA...'
Tarık Akan, insandı. 2007 yılında, Kars’ta, onunla tek “yakın” temasım gerçekleşti. Gezici Festival için gitmiştim. Açılış gecesinde, “Yeşilçam şarkıları” çalarken bir anda içeri girdi. Hayatımdaki en heyecanlı anlardan biriydi. Filmlerinden öğrendiğim şarkıları çalarken o dev gibi cüssesiyle içeri girmesi, verdiği nazik selam ve gece boyu sergilediği babacan tavır, beni benden almıştı. Hayatımda aldığım en büyük hediyelerden biri de o geceden: “Delikanlı, beni senin yaşında olduğum günlere götürdün“ demişti, gecenin sonlarına doğru. Elimi sıktı, sımsıkı sıktı, iki elinin arasına aldı ve “bu gece biraz daha gençleşmiş olabilirim” dedi. Bir insan, böyle bir cümleyi kaç kere duyar ki? Hele hele hayran olduğu insandan…
Hayatımda hep vardı, var olacağını sanırdım. En parasız zamanında kurduğu en büyük hayalin Ankara’ya gitmek ve dostlarla rakı içmek olduğunu anlatır bir söyleşisinde. “Yol”un aldığı Altın Palmiye’yi, dostlarıyla rakı içerek kutladığını biliyoruz. Kitabı bu hikâyeyle biter. Yazının finalinde, rakı kadehimi onun ardından kaldırmak isterim: Ferit’ten Seyit Ali’ye uzanan “yol”da bizi hayal kırıklığına uğratmadığı için, teşekkür ederek… Fonda, “Yol”da çalan “Ehmedo Roni” bize eşlik edebilir. Görür mü bilmem ama, görürse sevinecektir.