AKP iktidarı bir kültür savaşı ilan etmiş görünüyor. Pandemi döneminin zorunlu kıldığı kitlesel etkinlik yapamama halinin bu kez açık yasaklamalarla sürdürülme gayreti, geçtiğimiz birkaç ayda “münferit vakalar” olmaktan çıkıp programlı bir hal aldı. Yaz başından bu yana yasaklanan birçok konsere ek olarak Eskişehir’den Dersim’e, Kozlu’dan Kazdağı’na, Zeytinli’den Fethiye’ye arka arkaya iptal edilen festivaller söz konusu. Hatta mayıs ayında Anadolu Fest’in iptali ile başlayan süreç, “Türkiye’de Festival Yasakları” başlığı ile geçtiğimiz hafta içinde açılan bir Vikipedi sayfası içinde derlenmiş. Madem bir kültür savaşının mevzilerinden biri haline geldi, “festival” üzerine biraz derinlemesine düşünmekte fayda var.
Bir eğlence biçimi olarak festival, katılımcıların izleyici olduğu kültürel faaliyetlerden farklılaşır; katılımcı izlediği şeyin parçası, aktif bir öznesi olur. Jean-Jacques Rousseau festivali tiyatro deneyimi ile karşılaştırır. Bir tiyatro salonunda pasif izleyici olan katılımcı, festival ortamında şenliğin parçasıdır. Rousseau’ya göre bir kültürel etkinlik olarak tiyatro bizi bir araya getiriyor görünse de aslında ayrıştırır. Karanlığın içinde yalnız başımıza oturup sahneyi izlerken sadece etrafımızdakileri değil, kendimizi de unuturuz. Buna karşılık festival, her açıdan açıktır: gün ışığındadır, açık alandadır, herkesin katılımına imkân verir. Herkes ve her şey görünürdür. Bireysel deneyim açısından festival özgürdür, eğlencelidir ve kolektiftir. Kolektiflik katılımcılar arasındaki özne-nesne ikiliğini de askıya alır. Her türlü kamusal faaliyet kendimizi de görünür kıldığımız ve ancak böyle özneleştiğimiz etkinliklerdir; bunları icra ederken izler ve izleniriz. Ama festivalin bulaşıcı neşesi, bu mesafeyi ortadan kaldırır. Dahası, aktif mutluluk hali içinde katılımcı (tiyatro salonunun koltuğunda olduğunun aksine) kendini de unutmaz.
Rousseau için toplumsallaşmış neşeyi temsil eden -bu anlamda da iyimser bir politik imge sunan- festivale bir de tarihsel ve mekânsal nitelikleriyle bakalım. Tüm türevleriyle (şenlik, şölen, vb.) festival, modern öncesi dönemden miras alınan, fakat modern topluma aktarılırken yeni bir içerik kazanan bir etkinlik. Kırda, köy yaşantısının içinde, bu yaşamın ritim ve döngüleri çerçevesinde organik bir yer tutan festival, modern dünyaya ve onun kentsel yaşantısına bir karşıtlık içinde entegre olur. Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi isimli çalışmasında kırsal kökenli festivalleri modern toplumdaki yabancılaşmanın antitezi olarak tartışır. Modern kent yaşantısı içinde kapitalist üretim tarzının zamansallığı bizi bir koşturmaca haline hapseder; hem üretim hem de tüketim faaliyetlerimize yabancılaşmamıza sebep olur. Modern gündelik hayat sıkıcı, tekdüze ve bıktırıcı faaliyetlerden oluşur. Ancak kentsel yaşamın sunduğu olasılıklar dünyası aynı zamanda tekdüzelikten sıyrılma anları da yaratır; tesadüflere, birikimlere, etkileşimlere ve karşılaşmalara bağlı olarak ortaya çıkan anlar. Lefebvre modern dünyanın gündelik hayatını bu diyalektik çerçeve içinde inceler: hem vasatlığın ve yeknesaklığın yabancılaştıran etkisi söz konusudur, hem de özgürleştirici deneyimlerin imkânı.
Festival, kentsel yaşantı içinde, sıkıcı ve bunaltıcı rutinlerden sıyrıldığımız böylesi bir özgürlük alanı sunar. Festival ortamında deneylenen bireysel özgürlük duygusu, modern gündelik yaşantının yarattığı yabancılaşmanın (geçici de olsa) yadsınmasıdır. İşte bu anlamda bir aşırılık, modern toplumun dayattığı çerçevenin ötesine doğru bir taşkınlık halidir.
Bu tarihsel turdan sonra bugüne dönerek festivali bu kez Türkiye bağlamına oturtmaya çalışalım. Festivali bir aşırılık, bir taşkınlık olarak düşündüğümüzde, muhafazakâr bir bakış açısı için tehdit edici, ahlaken yıkıcı bir etkinlik olarak görülmesini anlamak zor değil. Ancak yasaklamaların temsil ettiği kültür savaşının mekânsal ölçeklerine ve kentsel siyasetle ilişkisine bakarsak ilgi çekici detaylar bulmak mümkün. Öncelikle, açık ki, seçimlere doğru oy kayıpları yaşamakta olan AKP’nin taban konsolidasyonu için yaşam tarzı üzerinden kutuplaşma yaratma çabası yasaklamaların bir boyutunu oluşturuyor. Ama daha önemlisi, küçük ve orta büyüklükteki kentlerin bu kültür savaşının asli cephesi olmaları. Çoğunlukla belediye yönetimlerinin AKP’de olmadığı (ya da yeni kaybedildiği) yerlerde valilikler ve kaymakamlıklar eliyle gündeme getiriliyor yasaklar. Yani yerel siyaset açısından bir ayrışma söz konusu: belediyelerin alan açtığı kültürel etkinlikler devletleşen AKP eliyle yasaklanmakta.
İkinci olarak, kentsel ölçekler arası hareketliliği gündeme getiriyor festivaller. Daha küçük ölçekli kentlerde düzenlenen, fakat katılımcılarının Türkiye’nin farklı yerlerinden kalkıp geldiğini -özellikle yaz ayları olduğu düşünüldüğünde- tahmin edebileceğimiz etkinlikler söz konusu. İşte bu durum, metropolleri kaybeden AKP’nin küçük ve orta ölçekli kentlerde bir direnç kurmaya çalıştığı tespiti yapmayı mümkün kılıyor. Örneğin Milyon Fest’in iptal edildiği Muğla-Fethiye uzun süredir CHP yönetiminde iken, Zeytinli Rock Festivalinin yasaklandığı Balıkesir’in Burhaniye ilçesi son yerel seçimlerde AKP’den CHP’ye geçen, büyükşehir yönetiminin ise halen AKP tarafından kontrol edildiği bir yer.
Öyleyse bugünün Türkiyesinde festival olgusunun politik niteliği kentsel ölçek ile ilgili bir boyut taşıyor diyebiliriz. Bir yandan küçük ve orta ölçekli kentler yerel güç odakları tarafından (yasaklamaların önemli kısmında çeşitli kişi veya dernekler tarafından yapılan şikayetlerin süreçleri başlattığına dikkat edilmeli) taşralılığa sıkıştırılmaya çalışılmakta. Bunun karşısında ise kentler arası bir mobilizasyon dinamiği var; metropollerden tüm kentlere doğru aktığını varsayabileceğimiz bir dinamizm. İşte bu anlamda, konserler, festivaller ve benzeri kültürel etkinliklerin politizasyonu, bir dip akıntısı gibi düşünülebilecek bir toplumsal hareketin (ya da toplumsal hareketler öbeğinin) kültürünü üretiyor. Bu anlamda da yasaklandıkça siyasallaşan festivallerin, kendi içlerinde özgürlük deneyimleri olmanın ötesine geçip siyasetin (bir) biçimi olmaya başlayabileceklerini düşünebiliriz.
***
“Komün mü?” der Lefebvre, Paris Komünü üzerine yazarken; “O bir festivaldi, yüzyılın ve modern zamanların en büyüğü… Asiler kendi yaşamlarının ve tarihin efendisi oldular; salt siyasa üretmek anlamında değil, gündelik hayatlarında da.” Lefebvre için Paris Komününün en devrimci yanı, siyasal stratejileri veya askeri taktikleri değil, estetiğiydi. Ona göre Komünün biçimiydi festival. Lefebvre’in Paris Komünü için söylediklerini bugünün Türkiye'sini düşünürken “Komün” yazan her yere “Gezi” yazabiliriz. Egemenlerin zihninde yer etmiş bulunan, her taşkınlığın Gezi’ye dönüşmesi korkusu boşuna değil. Bir festival olarak Gezi’yi, bir süreklilik olarak kavramak, toplumsal muhalefetin kültürel biçimi olarak düşünmek mümkün. Yalnızca geleceğe ertelenen değil, şimdide inşa edilen bir deneyim olarak özgürleşim. Zira, festivali mümkün kılan neşenin bulaşıcılığıdır. Ve Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda yer alan satırlarını biraz değiştirerek alıntılarsak, “Neşe korkuyu öldürür.”