İstanbul Film Festivali devam ederken, şimdiye kadar seyirciyle buluşan filmlerin bir kısmına dair birkaç satır karalayabiliriz. Filmlerin bir kısmı önümüzdeki günlerde vizyona gireceği için onlar hakkında söyleyeceklerimizi saklı tutalım. Önce klasikler…
Şüphesiz festivalde bu yılın yıldızı Stanley Kubrick. Sinema tarihinin bu büyük yönetmenin filmleri adını hak edecek bir bölüm başlığıyla “Başyapıt Fabrikası” adı altında gösteriliyor. Kubrick’in çok bilinen filmlerinin yanı sıra ilk dönem filmleri de festivalde. Bunlardan birisi de 1956 tarihli üçüncü filmi “Son Darbe” (The Killing). Kubrick dönem sinemasının ‘kara film’ ekolüne uygun bir soygun hikayesi anlatıyor. Bir gurup soyguncunun at yarışlarında biriken parayı almak için bir araya gelişini ve süreci takip ediyoruz. İzlemeyenler için fazla spoiler vermeyelim ama Kubrick’in özellikle de dönem için oldukça ileri olan kurgusunun dikkat çekici olduğunun altını çizelim. Her karakterin hikayesinin ayrı ayrı ele alındığı, zamanın bir ileri bir geri sarıldığı film dönemin seyir deneyimi düşünüldüğünde oldukça yenilikçi bir kurguya sahip. Öte yandan soygun hikayesi de gayet sağlam ve filmin adına yakışır bir finalle bitiyor.
Bernardo Bertolucci’nin 1970 tarihli filmi “Konformist”, Mussolini faşizminin hüküm sürdüğü İtalya’ya götürüyor seyirciyi. Risk almaktan korktuğu, rahat bir hayat sürmek istediği için faşist partiye katılan ve kendisine verilen görevi yerine getirmeye çalışan Marcello Clerici’nin hikayesini izliyoruz. Bertolucci, karakterini ve dönemi fazla ciddiye almadan ama sulandırmadan da anlatıyor hikayesini. Marcello’nun korkak ve çıkarcı hikayesine tanık oldukça bugünün dünyasını anlamlandırmak oldukça ilginç bir deneyim.
Fellini, Visconti, Passolini, De Sica ve Antonioni gibi büyük ustaların hüküm sürdüğü bir dönemde biraz arka planda kalan İtalyan yönetmen Ermanno Olmi’nin “İş” (Il Posto) filmi izleyen herkes için büyük bir keşif oldu açıkçası. Daha çok 1978 yılında Altın Palmiye kazandığı “Nalın Ağacı” (L'albero degli zoccoli) filmiyle bilinen yönetmenin 1961 tarihli yapıtı “İş”, genç bir adamı takip ederek müthiş bir bürokrasi eleştirisi yapıyor. Ailesinin durumu uygun olmadığı için okulu bırakıp iş hayatına atılmak zorunda kalan Domenico, büyük bir kamu kurumu olduğunu anladığımız bir şirkete iş başvurusu yapıyor. Olmi, bir yandan şirkete alım süreçlerindeki absürtlükleri diğer yandan da şirkette çalışan memurların hayatına uzattığı kamerasıyla küçük memur dünyasının sıkıcılığını gösteriyor ustaca. Üstelik bunu yaparken gücünü büyük cümlelerden değil, küçük ayrıntılardan, komik anlardan alıyor. Bir fabrikada çalışırken edindiği kamera ile filmler çekmeye başlayan, kendi kendisini yetiştirerek önemli bir yönetmen haline gelin Olmi’nin çoğu zaman yaptığı gibi yine amatör oyuncularla çektiği “İş”in başrolündeki Sandro Panseri seyirciyi kendisine çekmeyi başarıyor. Olmi, Domenico'nun hayata karşı naifliğini biçimsel olarak filmin bütününe yedirebilmeyi o kadar ustaca başarmış ki film ‘mutlu son’la bitmese de seyirci kendisini iyi hissederek çıkıyor salondan.
Nora Fingscheidt sinema tarihine unutulmaz bir çocuk karakter kazandırıyor “Oyunbozan” ile. Berlin Film Festivali’nde adından çokça söz ettiren film, geçirdiği travmalar nedeniyle öfke kontrolü sorunları yaşayan Benni’nin öyküsünü anlatıyor. Annesinden alınıp sosyal hizmetler tarafından bakım evlerine, koruyucu ailelerin yanına verilen Benni’nin öfkesi bir türlü bitmek bilmiyor ama. Üstelik bu öfke anlarında kendisine ve karşısındakilere zarar vermek gibi huyları da var. “Oyunbozan”, Nora Fingscheidt’nin kusursuz ve rahatsız edici senaryosuyla çok özel bir çocuk karakteri buluşturuyor seyirciyle. Üstelik sürekli seyircinin beklentilerini terse yatırarak yapıyor bunu. Dokuz yaşındaki bir çocuğun büyük öfkesiyle açılıyor film. Bir süre sonra onun travmalarına dair ipuçları öğreniyoruz ve Benni’ye karşı bakışımız yumuşamaya başlıyor. Ama seyirciyi en umutlandırdığı anlarda Benni yine bildiği gibi olmaya devam ediyor. “Oyunbozan”, bir yönüyle de festivalin uluslararası yarışma jüri başkanlığını yapan Lynne Ramsay’in 2011 tarihli “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” filmini de çağrıştırıyor. Ancak Benni’nin durumu biraz daha farklı. Kevin, kötücül bir çocuktu ama Benni öyle değil. Yine de perdede izlerken bile tahammül edilmesi zor bir çocuk olduğunu hissetmek seyir deneyimini hem rahatsız edici hem de giderek artan bir merak sürecine itiyor. Nora Fingscheidt, sürekli dibe doğru sürüklediği Benni’nin öfkesini kontrol altına alması, yeniden annesinin yanına gidebilmesi için araladığı bütün kapıları teker teker kapatıyor ve bir anlamda finale doğru kendi elini kolunu da bağlıyor. Belki de bu yüzden birkaç final yapmak zorunda kalıyor film. Kendi adıma yönetmenin karakterine kıyamadığını ve bu kadar final arasından sonuncuyu biraz da zorlama olarak tercih ettiğini düşünüyorum. Bu kadar sert bir hikaye, bu kadar tavizsiz bir karakter ve Benni’yi canlandıran Helena Zengel’in unutulmayacak performansı için fazla ‘naif’ bir final.