Antalya Altın Portakal’ın önceki yıllarında organizasyonun
aksaklıkları ya da mükemmeliyeti, pırıltısı ve yıldızları çok
konuşulurdu. Bu sene, 57'nci festivalde hiçbiri yoktu. Festivale,
ulusal yarışmaya kavuşmuş olmak, hele ki salgına rağmen
gerçekleştirebiliyor olmak her şeyden önce geliyor çünkü.
Malum, hiçbir zaman kabullenilmese de sırf ödül töreninde
muhalif bir dil yükseliyor, Cumhurbaşkanı eleştiriliyor diye
Türkiye’nin yarım asırlık ulusal yarışmasını iptal etmişti
Antalya’nın AK Partili belediyesi. Sonra CHP kent yönetimine
gelince ulusal yarışma geçen yıl yeniden başladı. Bu yıl Covid-19
salgını nedeniyle çok daha küçültülmüş bir festival yapıldı.
Antalya’ya gelen sinemacıları halkla buluşturan kortej, söyleşiler,
gösterimler ve kalabalık ödül töreni yapılmadı. Az sayıda davetli,
az sayıda biletli izleyiciyle birlikte bu festival için kurulan
açıkhava sinemalarında filmleri izledi. Yine açıkhava sinemasında
yapılan ödül töreni tıkır tıkır işledi, jüri cesaretli kararlarıyla
takdir topladı ve hiç kimse de eskiden olduğu gibi sert muhalif
konuşmalar yapmadı…
Zor koşullardaki bu küçük ama önemli organizasyon için festival
başkanı Ahmet Boyacıoğlu’ndan başlayıp ekipte tanıdığım Başak
Emre’ye, Onur Gülen’e, Merve Genç’e ve tanımadığım diğer herkese
teşekkür edelim. Türkiye’de her nasılsa kendi geleneğini oluşturmuş
bir festivali yaşatıyorlar. Bu festivalin en önemli özelliği ulusal
yarışması. Türkiye sinemasının artık bir parçası olan bu yarışmanın
sona erdirilmesi gerçekten gülünçtü. Bu sene baştan sona izleme
olanağı bulduğum festivalde nasıl da bir heyecan yaşandığını,
sinema yazarından yapımcı, yönetmen ve oyuncusuna, sinema
dünyasının buluşması için nasıl iyi bir ortam sağlandığını ve onca
emeğin hiç değilse bir bölümünün nasıl da ödüllendirilip yaratıcı
insanların motive edildiğini görme fırsatı buldum.
İşin açıkçası tanıdığımız ya da tanıyacağımız sinemacıların
katıldığı ulusal yarışmalar heyecan verici oluyor. Yoksa mesela
uluslararası, belgesel ve kısa film yarışmalarının olduğu bir başka
festival şu sıralar dolu dizgin devam ediyor: İstanbul Film
Festivali. Festivalin yarışmalı bölümü ilkbaharda yapılmış, yerli
filmleri o zaman izlemiştik. Şimdi Filmekimi galaları ile
festivalin uluslararası, belgesel filmleri birleştirilerek yeni bir
uygulamaya gidildi. Sinema salonlarında da sıkı Covid tedbirleri
eşliğinde gösterimler yapılıyor. Filmlerin bazıları ise çevrimiçi,
yani internet üstünden izlenebiliyor.
Bu tür çevrimiçi film gösterimleri ve konserler, özellikle
festivallerin Covid döneminde takipçileriyle teması sürdürmek için
başvurduğu bir çözüm. Ben kendi adıma konserlerin ne kadar harika
çekilirse çekilsin aynı tadı vermediğini düşünüyorum. Ama sinema
için durum farklı. Bırakın televizyonu, küçük bilgisayar
ekranlarından bile filmler izliyoruz uzun zamandır. Şimdi bize
uygun fiyatlarla güzel seçkiler sunan festivallerin filmlerini de
internet üstünden satın alıp izlemek hiç de zor gelmiyor. Böylece
festival, izleyici kitlesini de evrenselleştirmiş oluyor. İstanbul
Film Festivali, bu kentte yaşayanların ayağına, kentin sinema
salonlarına seçkin filmleri getiren bir organizasyon olmaktan
çıkıp, dünyanın her yerinde herkese film seçkisi sunan bir
platforma dönüşüyor böylece. Pek çok gösterime bilet bulamadığımıza
göre satışların da iyi gittiğini, bunun gelir getirici bir uygulama
olduğunu düşünebiliriz. Festivalin yeni rakipleri ise çevrimiçi
gösterim yapan dünyanın bütün diğer festivalleri ve hatta sinema
platformları… İlk bakışta çok zorlu bir gelecek gibi görünüyor, ama
ufuk açıcı bir yanı olduğu da muhakkak.
Covid salgını bittiğinde hayat tamamen değişecek mi? Ben öyle
olmayacağını düşünüyorum. Ama bu salgın toplumsal düzenimizde
mutlaka araz bırakacak. Özellikle zayıf düşen geleneklerimizi
yitireceğiz. Korkarım bunların arasında sinema salonları da yer
alacak. Önümüzdeki dönemde sinemaların çok daha azalacağını tahmin
etmek zor değil.