Figen Şakacı: Bizi üzerine zimmetlemek isteyen her şeyi yıkmak istiyorum!
Kadınlık ve erkeklik; annelik ve kadınlık, aşk ve ilişki, toplumsal roller ve bireysel özgürlükler gibi tartışılagelen meselelere ironik bir dille yaklaşan Topuklu Terlik Süt Yapar oyunu Figen Şakacı'nın romanı Pala Hayriye’deki “Pişti” bölümünden hareketle ortaya çıktı. "Anneliğe, doğurganlığa atfedilen bu kutsiyet bana fazla geliyor" diyen oyunun yazarı Figen Şakacı ile aile kavramını, annelik-babalık ilişkisini ve Topuklu Terlik Süt Yapar'ı konuştuk.
İpek Şahbenderoğlu
Figen Şakacı’nın üçleme olarak tasarlayıp kaleme aldığı romanların ikincisi Pala Hayriye’de yer alan “Pişti” bölümünden hareketle ortaya çıkan, anneliği, toplumsal cinsiyet rollerini, kadın bedeninin tarihini, insan ilişkilerini, aşk pratiklerini kendine özgü mizahından ödün vermeden sorguladığı Topuklu Terlik Süt Yapar (Mitos-Boyut Tiyatro Yayınları, 2019) oyunu şimdilerde ikinci kez yeni bir ekiple sahneleniyor.
Oyunu üzerine Figen Şakacı ile konuştuk…
Bu hikâyeyi bir tiyatro metni olarak yeniden ele almaya nasıl karar verdin? Seni harekete geçiren neydi?
Bana kalsa hiç cesaret edemezdim ama bünyesinde taşıdığı coşku, heyecan ve heves yedi düvele yetecek kadar bol olan sevgili arkadaşım İpek Bilgin beni arkadan itti. Pala Hayriye romanımı okuduktan sonra bu dil tiyatroya lazım diyerek bir oyun yazmam konusunda teşvik edici demeyeyim ısrarcı oldu. Ben de romanın buharı henüz üstünde tüterken kendisinden bayağı bir kaçtım fakat çok uzağa gidemedim. Nihayet “Pişti” hikâyesini oyunlaştırmaya karar vererek yanına döndüm, ben yazdım o bozdu derken uzun bir yol yürüdük. Üzerinde bir hayli düşündüğüm hatta Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? üçüncü romanımın zamanından da çalma pahasına kafa yorduğum bir metin oldu.
Bir hesaplaşma hikâyesi bu, başkarakter Müjde önce kendisiyle ardından kelimeleriyle, kitabıyla, yaşam ritmiyle, büyümenin sancılarıyla, annesiyle, annelikle, kadınlığıyla, yalnızlığıyla, bedeniyle, onu “ortada bırakıp giden” adamla, toplumla, toplumun kadınlık ve erkeklik algısıyla, aşkı algılama ve yaşama pratikleriyle, dostu Meral ile, anıları, jinekoloji tarihiyle, çevre politikalarıyla, hatta mizahıyla bile hesaplaşıyor. Bunları cesurca okurun/seyircinin üzerine devirmekten çekinmemişsin.
Yazgıyla yazıyı ben pek ayıramıyorum. Yazarın şu dünyadaki derdinin onun yazısına illa sirayet edeceğine, bazı yaralarının sızım sızım sızladığı yerlerin yazıya dönüştüğünde iyileştirici olabileceğine inanıyorum. Saydığın bütün adreslerin kapısına dayandığım, bizi üzerine zimmetlemek isteyen aileyi, yargılarıyla, olur olmaz tarifleriyle bizi bir kalıba sokmaya çalışanları, çoğunluk bir hapishaneye dönen evin, mecalsiz ve imkânsız bırakan duvarlarını, kim olduğumu ve olmam gerektiğini belletmeye çalışan her şeyi yıkmak istediğim doğru. Bu zaten insanın hem talihi hem tarihi; yaşarken, büyürken başına gelenler, aldığı hasarlar aşağı yukarı aynı. Müjde’yi yazarken de feminist damarıma kapılıp karakterime torpil geçmedim pek; bütün zaafları, zayıflıklarıyla ortada Müjde. Eh zaten Hayriye’nin eteğinin altından çıktığı için başka biri olma şansı da pek yoktu. Müjde hepimiz kadar kendi olmak, kendi kalmaktaki inadının cefasını da çekiyor, yer yer sefasını da sürüyor.
Topuklu Terlik Süt Yapar, aileyi tam da göbeğinden dinamitleyen bir metin. Bütün çiftlerin hikâyesinin aynı olduğu gibi bütün ailelerin de hikâyesi aynı mı? Aile ile ne zorun var?
Bu soru iki ayrı cümleyi getirdi önüme koydu; Anna Karenina’nın o meşhur cümlesi: “Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Walter Benjamin’in “Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.” Aile deyince hemen bunların aklıma gelmesi tesadüf değil elbette. Çünkü çocukluk bana hep hüzünlü gelmiştir. Bilmediğiniz bir dünyaya ağlaya ağlaya gelip, birinin memesine diğerinin paçasına yapışıp ayağa kalkmaya, onlara meram anlatmaya çalışıyor, köklenmek, sevilmek, deli gibi anlaşılmak istiyorsunuz. Ailenize, çevrenize, hatta doğduğunuz yere dair bütün kültürel kodlar neredeyse bulaşıcı bir hastalık gibi size geçiyor. Bunların çoğunu kendinize katıp, ya da kanınıza karıştığını bilmeden yaşayıp gidiyorsunuz, biraz aklınız başınıza geldiğinde de zamanınızın çoğu bu kılçıkları ayıklamakla geçiyor. Cioran bu dediklerimi “Doğmuş Olmanın Sakıncası” diyerek kavramsallaştırıp, derinleştiriyor nasılsa ben daha fazla sayıp dökmeyeyim.
'BİRİLERİNİ ANLAMAK İÇİN HORMONLARIMIN YEDİ YİRMİ DÖRT ÇALIŞMASINI İSTEMİYORUM'
“Doğurmak ya da doğurmamak işte bütün mesele bu” diyor Müjde… Toplumun hamile kadınları sevip saydığı onlara saygı göstermek zorunda olduğunu düşünüyor Müjde, var olmak, kadın olarak varlığının kabul görmesi için doğurabilmenin gerekliliğine inandırıldığını düşünüyor. Hakikat böyle mi?
Anneliğe, doğurganlığa atfedilen bu kutsiyet fazla geliyor bana. Bir marangoz güzel bir masa yapınca çenesine vurmuyor herhalde; “Bakın ne güzel yaptım, bakın bakın ben yaptım” diye. Kadınlığa has bu doğallığın taçlanmasına, kadını neredeyse üreme organı olarak gören erk diline, bundan haz alan kadınların yapay sevincine gıcık oluyorum. Sadece erk indinde değil, kadınların da kendi aralarında çocuksuz kadınlara karşı üstünlük tasladığına çok tanık oldum. En başta annelerimize özgü bir deyim haline gelmiştir: “Anne ol da anlarsın”. Birilerini anlamak için hormonlarımın yedi yirmi dört çalışmasını istemiyorum şahsen.
Oyun boyunca, gerçeklik olarak dayatılan, “yutturulmaya” çalışılan her şeyi şeffaflaştırıyorsun. Başta hamilelik süreci, sonra annelik, bu da ciddi bir iştir diyor Müjde: “Anası yarım olanın, hatta anası olanın yarası vardır.” Annelik hakkında epey sorgulayıcı bir metin Topuklu Terlik Süt Yapar. Bir çocuğu dünyaya getirme arzusunu bencilce buluyor… “Pişti”de de çok çarpıcı bir paragraf var bu konuda…
Demin dediğim “anne olunca anlarsın” lafı var ya; onun aslı “annen ölünce anlarsın” olabilirmiş. En azından ben kendi deneyimlerimle böyle tercüme ediyorum kendi dilime. Sana ondan miras kalan, olur olmaz zamanlarda ona benzediğini fark edip ürpermen, sevinmen, korkman, şaşırman… Bunlar hiçbir kedinin başına gelmiyor ya ona yanıyorum. Anası en fazla bir ay yalayıp bırakıyor, biz kesilen göbek bağımızın ucunu bulana, bulunca tekrar tekrar koparıp atana kadar canımız çıkıyor. Haksızlık valla haksızlık (Gülüyor)
“Müjde, merak bu hayatla kurduğum tek bağ” diyor, biraz bunun üzerinde duralım mı? Müjde, sanki meraktan daha fazlasını istiyor gibi… Ne dersin?
Bak işte illa bir şeyi kutsamamız gerekiyorsa ben merak etme dürtüsünü tercih ederim. Müjde’nin bahsettiği merak insana, doğaya, kendine, geleceğe, geçmişe dair bir merak… Hem öğrenme arzusu var içinde hem de edindiği bazı acı hayat bilgileriyle baş etme, onları göğsünde yumuşatıp kabul etme, çıkarım yapma refleksi edinme. Belki çocukluktan yetişkinliğe geçişte edindiğimiz bütün meraklarımız bizi şimdi, şu an olduğumuz kişi yaptı belki de artık hiçbir şeyi merak etmediğimizde, (hele hele birbirimizi hiç dinlemediğimizde) için için çürüme başlar ki, orası pek netameli bir alandır, Müjde oraya girmemek ya da düşmemek için az çabalamıyor hani.
'AŞK ACISININ BİR TEDAVİSİ OLSAYDI HASTANE ACİLLERİ ŞİMDİKİNDEN DAHA FAZLA DOLABİLİRDİ'
Sadece annelik değil, babalık hakkında da sorgulayıcı bir metin… Biraz Yiğit hakkında konuşalım istiyorum, Yiğit’in babalığı reddetmesi meselesi hakkında… Argümanı ikna edici gibi. Sen ne diyorsun? Benden koca ya da baba olmaz diyor, benim bunu reddetme hakkım nerede diye soruyor?
Oyunu yazarken romanımdaki karakterlere teker teker söz hakkı vermek istedim. Böylece hem Meral hem Yiğit kendilerini anlatma imkânı buldu; elbette bir oyun metninin elverdiği ölçüde. Bu durum seyirciye de kimseyi suçlamadan, yargılamadan ya da kayırmadan seyretme rahatlığı sağladı bence. Oyunun bugüne kadar her iki yorumlanışında da Yiğit’in ağırlığı Müjde’nin ona atfettiği aşkla sınırlı kalmadı, o kendi cephesinden kendini savundu. Malum her zaman iki kişi aynı anda ve dozda âşık olmuyor. Ondandır ki bazen aşka düşülüyor, bazen gönül kayıyor, bazen aşkla yanıp tutuşuyoruz. “Kalbin aklı olsaydı atmaktan vazgeçerdi” diyor ya Pessoa, bence haksız değil. Aşkı geçtim, aşk acısının bir tedavisi olsaydı herhalde hastanelerin acilleri şimdikinden daha fazla dolabilirdi. Oysa Yiğit’in aşka dair hiç de böyle romantik tanımları, tarifleri hatta kafa yormuşluğu bile yok. O kendi küçük dünyasındaki özgürlüğüne kapanmayı (belki de saklanmayı seçiyor), kadınları fethetmeyi, entelektüel performansıyla etkilemeyi, arzusunu nihayete erdirmeyi seviyor ve seçiyor ama karşına çıkan kadın aynı rahatlıkta değil. Daha doğrusu bu mesafede, soğuklukta hiç değil. Dolayısıyla bir kadını büyülemeye çalışan Yiğit’le bir ilişki fikrinden tüymeye çalışan Yiğit’i görüyoruz oyunda. Müjde’nin de ona dayattığı bir şey yok aslen. Âşık olduğu adamda gördüğü şeyi, ayrıldıktan sonra da teyit etmek istiyor; kibarlık, incelik hatta dayanışma göstermesini bekliyor. Müjde bu kafayla daha çok bekler o ayrı.
“Pişti” de “herkes birbirinin yansıması, yanılsaması değil miydi?” cümlesi, Topuklu Terlik Süt Yapar’ ın karakterlerini açıklıyor. Herkes birbirine ayna tutuyor. Herkesin seçimi, yaşama pratiği bir başkasının yansıması ve yanılsaması? Bu sebeple mi Müjde gerçekliğe bu kadar tutkulu? Müjde kendi gerçekliğini buradan kurabilir mi? Doktoru Nedim’e dediği gibi: “Benim derdim dünyayla Nedim. (…) İnsanların birbirlerine dokunurken, bakarken, konuşurken, yalan söylemesinde sorun, boşuna mı gerçekten, gerçekten diye sorup duruyorum. Ne zaman inanmak istesem hep bir yalan, hep bir korkaklık, hep bir riya…” Gerçekliğe olan tutkusunu Yiğit’in aynasında kendisini izlediğinde fark edebiliyor mesela…
İşte burası zurnanın zırt dediği yerlerden biri. Çünkü oksitosin hormonumuz çalışmasa, adrenalinimiz inip çıkmasa, ellerimiz terlemese, nabzımız ağzımızda atmasa belki de aşk denilen şeyden hiç bahsetmeyecek onu da dahiliyecilere havale edip susacaktık. Bedenimizi neredeyse sarsacak kadar güçlü etkiler bırakan bir duygunun ne kadarı gerçek ne kadarı değil kısmına kimseyi ikna edemezsiniz. Evet, kalp kanmak ister, Yiğit’e de kanar, ota da… Asıl mesele nabzınız düzene girdiğinde, yani çok yüksekten düştüğünüzde ne yapacağınız? Müjde o kısmı hiç bilmiyor. Bir yandan da dünya derdi başına hakikaten bela! Sadece yalnız bir kadın olduğu için, evlilik gibi herhangi bir kurumun içine girmediği, annelikle bunu taçlandırmadığı (!) dilediğince gezip tozup, yiyip içerek, yazarak zaten akıntının tersine doğru yüzmeye çalıştığı için Müjde’ye hiçbir zaman rahat yok aslında. O yüzden arada biraz daha konforlu olana, genel izleyici arasına karışmak istiyor ama kendini orada hayal ettiğinde bile midesi kalkıyor. Alışmadığı ve inanmadığı bir hayat süremez çünkü Müjde. Yiğit’in aynasına gelince aslında o, beyefendinin kendini gördüğü dev aynasından başka bir şey değil. Hoş Yiğit kimseye bir şey gösterme niyetinde de değil.
Müjde’nin oyun boyunca güvendiği tek karakter dostu Nedim, jinekolog Nedim. Erkekleri en az kadınlar kadar iyi tanıdığını iddia eden Nedim. Neden bir jinekoloğa, erkek jinekoloğa içini döküyor Müjde? Olayları kenardan izleyen, hakim bir ses, bazen de Müjde’nin iç sesi gibi... Müjde’yi Müjde’ye anlatan biri… Gazetecilik yıllarında Aykut Kazancıgil ile yaptığın nehir söyleşi kitabı Her Doğum Bir Mucizedir kitabını akla düşürüyor. Nedim karakterinde izler var mı?
Ah pek kıymetli Aykut Hoca’dan elbette mesleğe dair pek çok şey öğrendim, dinledim. Kitabımız çıkalı on dört yıl olmuş ama herhalde o bilgiler hafızamda kalmış. Bir de tabii Müjde hamile olduğu için haliyle jinekoloğa gidiyor ve kendi kafa karışıklığına bir çözüm bulmak istiyor. Nedim de sadece doktoru değil arkadaşı olduğu için de güvenilir buluyor onu (O da ayrı bir hüsran ya neyse burada açık vermeyeyim). Ha, Müjde hamile olmasaydı dertleşmek için Nedim’i seçer miydi, hiç sanmıyorum.
Müjde ile Meral’in ilişkisi hakkında da konuşalım istiyorum.
Kadınlararası arkadaşlık ve dayanışma çok kıymetli benim için. Üstelik birbirine benzemeden, birbirini olur olmaz zamanlarda benzetmeden kurulan daha direkt, daha derin ve sahici bir ilişki biçimi gibi geliyor bana. Müjde ve Meral de eski arkadaşlar ama ikisi de ayrı tellerden çala çala gelmişler 40’larına. İtişmişler, gizli gizli rekabet etmişler, birbirlerine imrenmişler ama en çok da dayanışmışlar, aralarında gerçekten güçlü bir bağ var. Çatışma ve hesaplaşma konusu erkek olduğunda da lafını sakınmıyor ikisi de. Şöyle desem daha doğru belki de; Meral ne kadar tuttuğunu koparan biriyse Müjde’nin de tuttuğu dallar o kadar elinde kalmış; bu anlamıyla Müjde hayatın birçok alanında kendini mağlup hissediyorsa da mağrurluğu elden bırakmıyor. İronisi, zekâsı, mihrabı yerinde maşallah. Meral de “ayakları yere basan taşkınlardan” diyebilirim.
Metnini tiyatro sahnesinde görmek, izlemek sana ne hissettiriyor? Sahneye konulması sürecinde katkıda bulundun mu?
Yazarın hayaliyle karakterleri yorumlayanların kafalarındaki imgeler birebir örtüşemez elbette. Benim kelimelerle kurduğum dünyanın içine dekor, kostüm, müzik, prodüksiyon ve bir sürü başka unsur ve bakış açısı girince illa ki yabancılaşıyor yazar. Metninizi verirken bu olasılığı göze alırsınız zaten. Ben iki provaya katıldım ve kendi yazınsal dünyamda neye önem veriyorsam onu söyledim: Samimiyet ve sahicilik. Hayatta olanla sahnede olan arasında bir gerçeklik sapması, kayması yoksa bence tamamdır. Elbette bunun ne kadar başarıldığına da seyirci karar verecek.