Niccolò Machiavelli (1469-1527) ve Thomas Hobbes (1588-1679)
genelde modern siyaset biliminin kurucuları olarak kabul edilir.
Her ikisinin de siyaset ve savaş arasında benzerlikler kurmuş,
siyaseti ahlak ve dinden farklı, özerk bir alan olarak
kavramsallaşmış olduğu vurgulanır. Michel Foucault bu yoruma karşı
çıkar: Ne Machiavelli ne de Hobbes “sivil toplum içindeki savaşın”
kuramcısı değildir, modern iktidar anlayışının temelindeki
çatışma-bastırma modeline örnek teşkil etmezler. İki yazarda da
(Foucault’ya göre modern iktidarın ortaya çıkışında önemli bir rol
oynayan) ırklar savaşına dayalı bir karşı-tarihe rastlanmaz. (1) Bu
yazıda Foucault’nun Hobbes okumasını değerlendireceğim.
Britanya’daki iç savaş ve devrim yıllarında yaşan Hobbes gerçekten
Ortaçağ’dan miras kalan hukukî-felsefî geleneğin bir temsilcisi
sayılabilir mi?
FOUCAULT’NUN YÖNTEM HATALARI
Foucault’nun Hobbes yorumu Leviathan’ın belirli
bölümlerinin okumasına dayanır. (2) Bu yorumun dört önemli zaafının
olduğunu düşünüyorum:
1- Leviathan’ın Eski Ahit’e dayanan üçüncü kısmına hiç
değinmemesi: Önceki yazılarda Foucault’nun, 16'ncı yüzyılda Eski
Ahit kaynaklı bir tarihyazımının Roma kaynaklı tarihyazımına
alternatif olarak çıktığını ve ırklar savaşı kavramını bu
İbranî-Semitik anlatıyla bağdaştırdığını vurgulamıştım. Düşünürün
Leviathan’ın üçüncü bölümünü görmezden gelmesi -üstelik
hem Leviathan hem de diğer bir kitabının başlığı olan Behemoth
kelimeleri Eski Ahit’ten alınmışken- anlaşılır değil. (3)
2- Hobbes’un Leviathan dışındaki eserlerini, özellikle
Behemoth’u, incelememesi.
3- Hobbes’un yaşadığı dönemle, o dönemin siyasetiyle ve düşünce
geleneğiyle ilişkisini tartışmaması.
4- Hobbes’a dair üretilmiş güncel literatürü dikkate almaması.
Aldığı kadarıyla da bu kaynaklara atıf yapmaması.
Foucault ve hayranları bu yöntemin eksikliklerini savunurken şu
noktalara dikkat çekiyor: Mühim olan bir söylemin işlevidir ve
dolayısıyla söylemin kimin ağzından, hangi niyetle, kimi ikna etmek
için çıktığına bakmak gerekmez. Foucault polemiklere girmemeyi ve
kurumsal ayrımlara bakmadan disiplinlerarası araştırmayı bir ilke
olarak benimsemiştir. Ne var ki, mesele şu ya da bu disiplinin
bekçiliğini yapmanın çok ötesindedir, çünkü yöntemi (kimine göre
yöntemsizliği) Foucault’nun iddialarının geçerliliğini ciddi bir
şekilde sorgulatır.
ARENDT, POCOCK, HILL
Öncelikle, gelecek haftalarda tartışacağım gibi, Foucault’nun
ırklar savaşına dair tezlerinin orijinalliği tartışmalıdır. Hannah
Arendt’in, Totalitarizmin Kökenleri (1951) adlı eserinin
altıncı bölümünde (Irkçılık Öncesinde Irk Düşüncesi) ileri sürdüğü
iddialarını Foucault’nun tezlerinin öncülü olarak görmek zoraki bir
yorum sayılmaz. Nitekim Arendt, Nazi ve Sovyet rejimlerini
eleştirdiği eserinin bu bölümünde ırk savaşı ve sınıf savaşı
kavramlarının modern siyasette birbiriyle yarışan iki söylem
olduğunu belirtir. (Ancak Foucault gibi sınıf savaşı kavramının
ırklar savaşı kavramından türediğini iddia etmez!)
Foucault’nun İngiliz Devrimi sırasında ortaya çıkan ırklar
savaşı tezine gelince, bu konunun da J.G.A. Pocock’un Eski
Anayasa ve Feodal Hukuk: 17'nci Yüzyılda İngiliz Tarihsel
Düşüncesi (1957) ve Christopher Hill’in Püritenizm ve
Devrim: 17'nci Yüzyılın İngiliz Devriminin Yorumuna İlişkin
Araştırmalar (1958) gibi eserlerde uzun uzun işlendiğini not
edelim. Her iki eser de 17'nci yüzyıl devrimci düşüncesinde (ırklar
savaşının değil) Norman istilası meselesinin oynadığı rolü
vurgular. Pocock ve Hill’in tezleri bir sonraki kuşak tarihçilerin
de incelemelerine yön vermiş, o dönem İngiliz tarihyazımının
merkezine oturmuştur. 1960'ların sonuna doğru, yerli bir İngiliz
devrimci geleneğinin var olup olmadığına ilişkin İngiltere
Marksizmi içinde çıkan tartışmalarda da bu çalışmalar canlılığını
devam ettirmiştir. Daha da ötesi, aynı ülkede savaş halinde yaşayan
iki ulus fikrinin Thatcher’ın sendikalara saldırısında bayrak
işlevi gören bir söylem olduğu hesaba katılırsa, İngiltere
tarihyazımının 1950-80 arasında -yani Foucault’nun varacağı
neoliberal yönetim tartışmasında- ne kadar ciddi bir yer tuttuğu
aşikardır.
Bahsettiğim eserler Foucault’nun tezinin oluşmasında ne kadar
etkili olmuştur? Düşünür bu eserleri okumuş mudur? Okumuştur da
yayımlamayı zaten düşünmediği seminerlerinde zikretmeye mi
üşenmiştir? Bilemiyorum. Derdim bu değil; derdim Foucault’nun öne
sürdüğü kanıtların geçerliliği.
LEVİATHAN’DA TEMSİLÎ SAVAŞ
Foucault’ya göre Hobbes’un Leviathan’da bahsettiği
savaş soyut bir varsayım işlevi görür: İnsan insanın kurdudur.
Hobbes savaşa dair somut olarak üç örnek kullanır: 1) Sivil toplum
içinde saldırıya uğrama ihtimali (örneğin yolculuk eden birinin
yolunun kesilmesi gibi); 2) Amerika kıtasında ilkel koşullarda
birbiriyle savaşan yerliler; 3) Avrupa kıtasında devletler
arasındaki savaşlar. Ancak Leviathan’ın, yani devletin, varlığını
açıklayan ve meşrulaştıran savaş hali aslında güçlüyle zayıf
arasındaki bir savaş değildir, eşitler arasındaki bir savaştır.
Eşitsizlik barışı sağlar, anarşinin nedeni insanlar arasındaki güç
eşitsizliğinin çok olmamasından kaynaklanır. Hakikaten Hobbes,
Foucault’nun vurguladığı gibi, en zayıf insanın bile en güçlü
insanı kurnazlık ve çeşitli silahlar vasıtasıyla öldürebileceğini
söyleyerek, savaş halinin kökeninde insanların doğal eşitliğinin
yattığını iddia eder. Dolayısıyla, Foucault’ya göre Hobbes’un savaş
hali gerçek bir savaş değildir, bir varsayımdır:
“Hobbes’un ilkel savaşında muharebeler yoktur, kan yoktur, ceset
yoktur. Temsiller, tezahürler, işaretler, empatik ifadeler, hileler
ve hilekâr ifadeler vardır…” (4)
YAŞAMA İRADESİ, ÖLÜM KORKUSU VE İŞGAL
Hobbes, devletin ortaya çıkışından bir devletin bir diğerini
işgalini tartışmaya geçtiğinde de durum değişmez. Başka bir devlet
tarafından işgal edilen bir toplum için de mesele devletin ortaya
çıkışındaki meseleyle aynıdır: Ölüm korkusu. Bir toplumu işgalciye
boyun eğmeye iten temel etken isyanın içerdiği ölüm riskidir. Nasıl
ki bir çocuk hayatta kalabilmek için annesine boyun eğer, birey de
aynı şekilde devlete boyun eğer. Dolayısıyla egemenliğin temelinde
ölümden ve ölüm korkusundan kaçınma, hayatta kalma isteği yatar.
Hobbes toplumsal sözleşmeden de işgalden de aileden de bahsetse
sıralama değişmez: (Yaşamaya yönelik) irade, (ölümden duyulan)
korku ve egemenlik.
Foucault’ya göre Hobbes böylece işgal meselesini hasır altı
eder. Aslında Hobbes’un esas hedefi İngiliz Devrimi’nde ortaya
çıkmış olan işgal söylemini yok etmek, silmektir. Bu söylemin de
iki olgunun sonucu olduğunu vurgular Foucault: 1) Burjuvazinin
mutlak monarşiye karşı savaşı; 2) Norman işgalinin yüzyıllarca
süren bir toplumsal ayırım yaratması. (5) Görünüşe göre burada
Foucault, incelediği siyasal söylemlerde dile getirilen
Anglo-Saksonlar - Normanlar ayırımının 17'nci yüzyılda halk ve
soylular tarafından benimsendiğini tarihsel bir olgu olarak kabul
etmektedir.
Norman İstilası’nın (1066) Anglo-Sakson hukukunu ilga edip
etmediği konusu 16'ncı yüzyıl sonunda ortaya çıkmış, 17'nci
yüzyılın siyasal söyleminde önemli bir yer tutmuştur. Önümüzdeki
hafta bu konuda yazılmış güncel literatürü değerlendireceğim. Hatta
başka bir yazıda da Rus tarihyazımındaki Normanizm (yani Rusya’nın
işgalci İskandinavlar tarafından kurulduğu tezi) tartışmasını ele
almak niyetindeyim. Kim bilir belki bu tartışmalar Türkiye’deki
Malazgirt saplantısına, kılıç hakkı takıntısına ilişkin de bazı
ipuçları verir. Fetih hukukunun tımar, cizye gibi kurumlar
üzerinden devam ettiği Osmanlı geleneğinde Foucault’nun
karşı-tarihinden izler var mıdır? Konu bir hayli geniş, o yüzden bu
yazıyı Hobbes’la sınırlamak istiyorum.
BEHEMOTH VE KILIÇ HAKKI
Foucault’un uygulamadığı bir yönteme başvurup, düşünürün
iddialarını ikincil literatüre (yani Hobbes üzerine incelemelere)
dayanarak değerlendirelim. Okuru temin ederim ki bu bir sorun
değil, tersine bir avantaj: Benim Hobbes yorumum (Pocock’la beraber
siyasi düşünceler tarihyazımında Cambridge Okulu’nun kurucusu kabul
edilen) Quentin Skinner’la yarışamaz. Skinner’ın yöntemi
Foucault’nun aksine Hobbes’u tarihsel bağlamı içinde tarif eder,
dönemin diğer yazarlarıyla karşılaştırır.
Skinner, Hobbes’un Behemoth veya Uzun Parlamento adlı
eserinde İngiltere’nin anayasal düzenini Norman işgaline
dayandırdığını vurgular. Hobbes’a göre Fatih William İngiltere’yi
kılıçla elde ettiği için istediği düzeni kurmuştur. Hakim görüşün
aksine, Hobbes’un bu yaklaşımı 17'nci yüzyıl tarihyazımında ne
özgün ne de istisnaîdir. Bu dönemde en kısa vakayinameler bile 1066
Norman istilasından ve William’ın kılıç hakkından bahseder. Ancak
bu tarihyazımı İngiliz Devrimi’nin radikalleri Düzleyiciler
(Levellers) gibi kılıç hakkının gayrimeşru olduğu sonucunu
çıkarmaz. Norman İstilası cârî hukuk düzenini kuran bir mutlak
iktidar eylemidir. Parlamentonun kökeni de istiladan öteye gitmez,
en fazla 12'nci yüzyıla dayanır. Yani: Parlamento Norman işgalinin
öncesine dayanan bir Anglo-Sakson kurumu değildir, bizâtihi
William’ın kılıç hakkından doğmuştur. Hobbes’un Behemoth’taki
görüşleri de bu yaklaşımı yansıtır, hatta parlamentonun doğuşunu
daha geç bir tarihe götürür: III. Henry (1207-1272) saltanatının
sonu, I. Edward saltanatının başı (1239-1307). Hobbes için bu
tespitler birer bulgudur, hak iddiası değildir. (6) Özetle,
Foucault’nun Hobbes’a dair değerlendirmesi Leviathan’ın
“seçici” bir okumasına dayalıdır; 1679’da, Hobbes’un öldüğü yılda
korsan bir şekilde yayımlanan Behemoth Foucault’nun
iddiasını doğrulamamaktadır.
İŞGAL, RIZA VE 'BAĞLILIK İHTİLAFI'
6 Aralık 1648’de İngiltere iç savaşında krala karşı parlamento
güçlerinin omurgasını oluşturan Yeni Model Ordu parlamentoya Pride
Tasfiyesi (Pride’s Purge) olarak bilenen darbeyi
gerçekleştirmiş, Albay Thomas Pride komutasındaki birlik, orduya
muhalif vekilleri Avam Kamarası’na sokmamıştır. 30 Ocak 1649’da da
kral I. Charles kellesi vurulmak suretiyle idam edilmiştir. Bu
olaylardan sonra kurulan yeni rejimin ilk yıllarında (1649-1652)
yüzlerce broşür üzerinden bir tartışma yürütülür: Bağlılık İhtilafı
(Engagement Controversy). İhtilafın iki tarafı vardır:
İktidarı ele geçirip, düzen ve asayişi sağlayan her hükümete
bağlılık yemini edilebileceğini öne süren fiilî (de facto)
egemenlikçiler ve İngiltere halkının hâlâ sadece krala bağlı
olduğunu savunan kralcılar. Skinner’a göre Hobbes’un
Leviathan’daki esas amacı fiilî egemenlik argümanını
savunmaktır. (7)
Skinner tezini doğrulayacak güçlü kanıtlar sunar: Hobbes,
1660'larda John Wallis’in eleştirilerine karşı verdiği cevapta,
kitabıyla o dönemde kafası karışık beyleri mevcut hükümete itaat
etmeye ikna ettiğini söyler. Leviathan yayımlandıktan
sonra kitabın fiilî egemenlik kuramına bir katkı olduğunu açıklar.
Ayrıca kitabın sonunda eserin o dönemin kargaşasını dindirmeyi
amaçladığını yazar; iç savaşlar belli ki insanlara hangi noktada
tebaanın fatihe itaat etmesi gerektiğini öğretememiştir.
Leviathan bunu öğretmeyi hedefler. Dolayısıyla,
Foucault’nun özensiz yöntemi Hobbes’un müesses egemenlikle
(sovereignty by institution) işgalci egemenlik
(sovereignty by acquisition) arasında fark olmadığına dair
argümanının içeriğini tamamen yanlış yorumlar. Nitekim
Leviathan’da bahsedilen fatih, Normandiyalı William değil,
kral katili Cromwell’dir.
(1) Michel Foucault, “Societ Must Be Defended”, Lectures at
the Collège de France, 1975-1976 içinde, David Macey (Çev),
New York, Picador, 2003, ss.18-19.
(2) Foucault, “Societ Must Be Defended”, ss.89-99.
(3) Benzer bir itiraz Foucault’nun Spinoza’yı görmezden gelmesi
için de yapılabilir.
(4) Foucault, “Societ Must Be Defended”, s.92.
(5) Foucault, “Societ Must Be Defended”, s.99.
(6) Quentin Skinner, “History and ideology in the English
revolution”, Visions of Politics, Volume III: Hobbes and Civil
Science içinde, Cambridge, Cambridge University Press, 2004,
ss.243-247.
(7) Quentin Skinner, “Conquest and consent: Hobbes and the
engagement controversy”, Visions of Politics içinde,
ss.287-307.