Fikri bir hafriyat üzerine: Oh iyi oldu! Şimdiye kadar aklınız neredeydi? Ahmet Çiğdem’in yazısına cevap

Ahmet Çiğdem’in arkasında bıraktığı moloz yığınından işe yarar kablo bulmak neredeyse imkânsız gözükmektedir. Üstelik bu hafriyat toksik maddeler de içermektedir, daha fazla mesaiye ve işgücü kaybına sebebiyet vermeksizin doğrudan kepçelerle kaldırılması yeğdir.

Abone ol

Levent Ünsaldı 

Bazı yazılar vardır. Neresinden tutacağınızı bilemezsiniz. Başta kendi içinde bütünlüklü bir argüman dizisi yakalar gibi olursunuz; sonra bir anda o hat elinizden kayar, safsataya dönüşür; devamında o safsataya başka safsatalar eklenir ve neticede elinizde “ortaya karışık” bir fikri hafriyattan fazlası kalmaz. Bu türden bir hafriyatı kaldırmak zordur. Daha da güç olanı, o hafriyat içinden kıymetlendirilmeye (bizim yaptığımız iş bağlamında eleştirilmeye) değer fikri hatlar bulmaya çalışmaktır. Ahmet Çiğdem’in, ‘Seçkin bir üniversiteye’ bu yapılır mı? başlıklı yazısı bu türden bir hafriyat. Doğrudan iş makinelerini devreye sokarak molozun kaldırılması muhtemelen en makul yöntem, ancak kazma kürekle, yığının biraz altına inerek, kıymetlendirilebilecek bir şeyler bulmaya çalışmak da bir tercih, ancak elbette daha zahmetli ve yorucu. Deneyelim en azından!

İlkin, Ahmet Çiğdem’in ardında bıraktığı moloz yığını tamamen özensiz; her şey gelişi güzel ortaya saçılmış, ayrıştırma yok, her şey birbirinin içine girmiş, bütünlüklü olan hiçbir şey yok. Her moloz yığınında (paragrafta) sağlam ve kullanılabilir bir kablo (bir düşünce hattı) yakalar gibi oluyorsunuz, ancak her defasında bir de bakıyorsunuz ki o kablo ilgisiz bir sürü kabloya özensizce düğümlenmiş ve derme çatma fikri pencerelerden, kapılardan anlamsızca uç vermiş. Yalnız bir saniye, sanırım şurada dikkate değer bir şeyler var: “eleştirel ikiyüzlülük”

ELEŞTİREL İKİYÜZLÜLÜK: BİR 'KAVRAMSI'

Bu “kavramsı” ya da kavrama benzeyen şey (zira ne olduğunu bilmiyoruz, sadece kestirebiliyoruz) metinde tam dört defa geçiyor ve oradan “omerta” kablosuna bağlanıyor (bu da 3 defa geçiyor). “Omerta” yerine sessizlik yasası ya da suç ortaklığı da denilebilirdi, ama “omerta” dendiğinde muhtemelen havası başka oluyor; gizem ve derinlik katıyor. Lakin diğer yandan bu terim bilinçli biçimde tercih edilerek, “temiz” olmayacak bir güreşin ilk sinyalleri de verilmiş oluyor. Buraya ileride döneceğiz. Ahmet Çiğdem gibi yapıp gelişi güzel düğümler atmayalım. Daha sistematik gitmeye çalışalım.

İlkin, “eleştirel ikiyüzlülük” şeysi (şeysi diyorum çünkü başka türlü ifade etmek güç), ilk katmanında, oldukça bilindik şu tespite denk düşüyor. Akademi yıllardır farklı şekillerde ve özellikle taşrada yerle bir edilirken neredeydiniz? Şimdi mi aklınız başınıza geldi? İkinci katmanda ise şu çıkarıma varılıyor: Sessiz kaldınız çünkü sıranın size gelmeyeceğini, size dokunulamayacağını düşünüyordunuz. Üçüncü katman: çünkü “seçkinci seçkinler” olarak kurulu düzenle menfaat bağınız vardı (burada “omerta” terimi devreye girmeye başlıyor). Dördüncü katman: Şimdi feryat figan ederek ağlayın, ama beni inandıramazsınız. Zira muhalif gibisiniz ama değilsiniz, akademiyi savunuyor gibi yapıyorsunuz ama derdiniz başka=eleştirel ikiyüzlülük. Türkiye etkileşim ekolojisinde nerdeyse herkesin cebinde bir tane taşıdığı “samimiyet ölçer” burada bir kez daha karşımıza çıkıyor. Gündelik yaşamın her anında yanımızda bulundurduğumuz bu cihazın kendisi, işleyiş mantığı, mevcudiyet koşulları esasında tek başına bir sorun teşkil etmiyor, ancak Prof. Dr. ünvanlı bir emekli öğretim üyesinden, en azından analitik açıdan, Müge Anlı programlarının genel söz dağarcığının (“Yalansın sen!”) bir tık üstüne çıkmasını beklemek de makul bir talep olsa gerek. Diğer yandan, Ahmet Çiğdem’in bahsettiği, Akademinin son yıllarda yaşadığı irili ufaklı tüm depremler, alt-üst oluşlar (evet, en çok da taşrayı ve alt kadroları vuran) ve tüm bunlara eşlik eden o genel kahredici sessizlik, tepkisizlik, (evet, en başta da büyük üniversitelerin sessizliği, aman ağzımızın tadı kaçmasın kolaycılığı, dirençsizliği) neredeyse malumun ilanı. Ancak, Akademinin köküne kibrit suyu döken tüm bu vakaları, tüm failleriyle birlikte, münhasıran akademik alanla da sınırlı kalmaksızın, ister tarihsel gelişiminde ister AKP dönemi özelinde daha bütünlüklü bir şekilde yorumlamak ya da incelemek başka, “omerta” tapınağının koruyucuları, sıra size gelince mi ağlıyorsunuz demek başka.

HEM PASTAM DURSUN HEM KARNIM DOYSUN

Hiç kuşku yok ki Ahmet Çiğdem, fikri bulamaçlar hazırlama hususunda pek mahir görünmektedir; ancak bunu yaparken her zaman “temiz” de güreşmemektedir:

  1. “Açıkça savaşı kutsayan ve bir ‘etnik iradeye teslimiyeti buyuran’ ve bu salt bu özellikleri nedeniyle aslında görmezden gelinmesi gereken bir bildiriden dolayı, Türkiye’nin ‘seçkin üniversiteleri’ hariç, hemen her üniversiteden insanların ekmeğiyle ve istikbaliyle oynandı sözgelimi.” Ahmet Çiğdem’in, “açıkça savaşı kutsayan ve bir etnik iradeye teslimiyeti buyuran” ifadesi, Barış Akademisyenlerine açılan ağır ceza davalarında savcıların kullandıkları ifadelerin neredeyse aynısıdır. Ardından şunu söylemek ise en hafifinden aymazlıktır: “İnsanların ekmeğiyle ve istikbaliyle oynandı”. Evet, oynandı, tam da AKP iktidarı ve savcıları, Ahmet Çiğdem’le bu hususta benzer düşündükleri için oynandı.
  2. Türkiye’de Akademi, genel anlamıyla, büyük-küçük üniversite veya şehir ayrımı gözetmeksizin, atılanı-atılmayanı, kadro alanı-almayanı, yükseleni-yükselemeyeni, hocasıyla-öğrencisiyle herkes için tam bir nefret nesnesine dönüşmüştür. Bunun sebepleri muhteliftir. Hâl böyleyken, bambaşka bir bağlamda ve daha yerinde kavramsal araçlarla yürütülebilecek bir dizi tartışmayı (örneğin: “zekâ ve başarı söyleminin toplumsal ya da siyasal kullanımları”, “toplumsal hareketlilik ve eğitim sistemi”, “akademik yaşamın hiyerarşileri, eşitsizlikleri” ve en temelinde “toplumsal sınıflar ve eğitim” gibi tematikleri), seçkin üniversiteler ve suç ortaklığı başlığı altında başka bir mecraya çekerseniz, bir yandan, amorf bir muhalif popülizminin cezbedici etkisi altında çok alkış alırsınız (zira memlekette akademiyle hesabı olmayan tek bir insan zor bulursunuz); ama daha da güzeli, bu sırada bir taşla iki kuş vurup AKP iktidarının değirmenine de su taşırsınız. Seçkinlik meselesi, tıpkı LGBTİ+ polemiği gibi, öncelikli olarak AKP iktidarının “Boğaziçi gündemidir”, bugün Boğaziçi’nin onur duyulası direnişinde yer alan faillerin değil.

Hâsılı, Ahmet Çiğdem’in arkasında bıraktığı moloz yığınından işe yarar kablo bulmak neredeyse imkânsız gözükmektedir. Üstelik bu hafriyat toksik maddeler de içermektedir, daha fazla mesaiye ve işgücü kaybına sebebiyet vermeksizin doğrudan kepçelerle kaldırılması yeğdir.