Filistin aynasında Türkiye sol muhalefeti

Filistin Halkıyla Dayanışma Komitesi kurulmalı, bu komite hem dünyadaki diğer dayanışma komiteleriyle ilişkileri geliştirmeli hem de o kampanyalarla bilgi/deney alış-verişi yapmalıdır.  

Abone ol

 Mehmet Uğur*

Filistin davası sadece Filistinlilerin davası değil, bu gezegende yaşayan her dürüst insanın davasıdır (Ghassan Kanafani, 1936 – 1972).

Bu yazıya Ghassan Kanafani’den bir alıntıyla başlamak istedim çünkü Kanafani’nin  söyledikleri Türkiye’deki sol muhalefetin Gazze’deki soykırım karşısında yaptıklarını ve yap(a)madıklarını tartışmak için iyi bir başlangıç noktası oluşturuyor. Kanafani 19 yaşından itibaren Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) saflarında önemli sorumluluklar yüklenmiş; 1972 yılında Mossad’ın suikastıyla Beyrut’ta henüz 36 yaşındayken öldürülmüş. Kısa yaşamına dergi editörlüğü, FHKC sözcülüğü, FHKC programı dahil ciltler dolusu ekonomi-politik analiz yazıları ve Güneşteki Adamlar, Filistin Çocukları, Hüzünlü Portakallar Yurdu dahil birçok roman ve hikaye yazarlığı sığdırmış özgün bir düşünür ve eylem insanı.

Bu yazının amacı, Türkiye sol muhalefetinin Gazze’deki soykırım karşısında Kanafani’nin beklentisiyle uyumlu bir tutum sergileyip sergilemediğini irdelemektir. Amaç bu olunca, kendi ülkesinde Kürt halkını bombalayan AKP rejiminin ve destekçilerinin İslamcı-milliyetçi Filistin hamasetine değinmeyeceğim. Değerli gazeteci ve sevgili dostum Fehim Taştekin, 20 Kasım tarihli Duvar yazısında bu yaklaşımı çok yetkin bir şekilde değerlendirmiş; İslamcıların Filistin’le “imana gelen vicdanının” ne denli iki yüzlü olduğuna dair uzun bir örnek listesi sunmuş bulunuyor. Ayrıca, Filistin’in kurtuluş mücadelesini bir “haçlı-hilâl meselesi” olarak sunan İslamcı söylemin Filistin davasına nasıl zarar verdiğini de göstermiş bulunuyor.

FİLİSTİN KURUTULUŞ HAREKETİNE İLKESEL YAKLAŞIM

Bu yazının konusu olan sol muhalefet çok bileşenlidir. Kürt siyasal hareketini, bu hareketle paralel gelişen Kürt sivil toplum muhalefetini, devletin Alevisi olmayı reddeden Alevi hareketini, insan hakları savunucularını, kadın ve LBGT hareketini, Marksist sol gelenekten gelen TİP, Sol Parti, EMEP gibi partileri, henüz partileşmemiş Marksist sol grupları, çevre hareketini ve sol gelenekten esinlenen sendika ve meslek örgütlerini kapsamaktadır.

Bu kadar çok bileşenli bir muhalefet cephesinin Filistin direniş hareketinin evrimi ve bugün içinde bulunduğu durum hakkında ortak bir görüşe sahip olması tabii ki beklenemez. Ancak, 7 Ekim'den bu yana İsrail’in Gazze’de işlediği ve destekçilerinin ortak olduğu soykırım suçuna karşı ortak bir tutum almasını, bu tutum doğrultusunda pratik eylemlilik içinde olmasını beklemek hem doğru hem de gereklidir. Bunun bir nedeni solun ulusal kurtuluş hareketlerine yaklaşımıyla ilgili ilkelerdir.

Söz konusu ilkelerden birincisi, işgal veya tahakküm atındaki ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının koşulsuz olarak kabul edilmesi ve savunulması. İkincisi, işgal veya tahakküm altındaki ulusun kendi kaderini tayin etme hakkıyla ilgili mücadele ve örgütlenme biçimine o ulusun kendi koşullarına uygun olarak kendisinin karar vermesi. Üçüncüsü, işgalci/sömürgeci rejimin işgali/sömürgeciliği kalıcılaştırmaya yönelik şiddetinin gayrı-meşru sayılması.

Bu üç ilkenin şekillenmesi ve pekişmesi bir süreç işiydi. Önce 1919’da kurulan Üçüncü Enternasyonal’in 8nci maddesi komünist partileri ulusal kurtuluş hareketlerini koşulsuz olarak desteklemekle yükümlü kıldı. Komüntern’in öngördüğü bu yükümlülük ilkesi, Fransız Komünist Partisi’nin (FKP’nin) 1954-62 arasındaki Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na oportünist yaklaşımından zarar gördü. Ama bu zararı katıyla telafi eden yeni bir sol kültürün tohumları da bu dönemde atıldı.

Solun ulusal kurtuluş hareketlerine koşulsuz destek vermesini öngören ilkelerin konsolidasyonunu sağlayan dinamiklerden bir tanesi Avrupa’daki radikal öğrenci ve aydın hareketinin Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na giderek artan desteğiydi. İkinci dinamik, Vietnam Kurtuluş Savaşı’nın ve Küba Devrimi’nin kolonyalizmi geriletmesi, anti-kolonyal hareketleri cesaretlendirmesiydi. Üçüncü dinamik, Vietnam ve Küba’daki kurtuluş hareketlerinin ulusal bağımsızlığı bireyin sömürü ve baskıdan kurtuluşuyla, yani özgür toplum idealiyle birleştirmesiydi.

Yukarıda özetlenen dinamikler dikkate alındığında, Türkiye’deki sol muhalefetin Gazze’deki soykırıma karşı çok daha açık ve kitlesel bir tepki göstermesi beklenirdi. Ne var ki, gösterilen tepkiler bölük pörçük kalmış; bu anlamda Kanafani’nin Filistin davasının sahiplenmesiyle ilgili beklentisini karşılayamamıştır. Türkiye’deki sol muhalefet Gazze’deki soykırım karşısında Filistin halkını kucaklayan, dünyadaki diğer protesto hareketleriyle bağlantılı ve "amasız / lakinsiz” bir destek kampanyası örgütleyememiştir. Bu nedenle, AKP rejiminin Filistin davasını bir “haçlı-hilal çelişkisi” olarak sunması, böylece Türkiye sol hareketinin Filistin davasına verdiği tarihsel desteğin üstünü örtmesi karşısında etkisiz kalmıştır.

KOLEKTİF EYLEME YÖNELİK OLMAYAN POZİSYON SİNYALLERİNİN YETERSİZLİĞİ

Türkiye sol muhalefetinin Gazze’deki katliamlar karşısında gösterdiği tepkiler eyleme yönelik olmayan pozisyon sinyalleri düzeyinde kalmıştır. Her bileşen kendi pozisyonunu yansıtan mesajı vermeyi, soykırıma evrilen savaş suçları karşısında ortak bir eylemlilik içine girmeyi önceleyen ve bunu sağlamak için elini taşın altına koymaya hazır olduğunu gösteren bir yaklaşıma tercih etmiştir. Durum bu olunca, Filistin halkıyla dayanışma konusunda yapılan açıklamalar dayanışmanın boyutunu değil, açıklamayı yapan bileşenin pozisyonunu göstermekten öteye gidemedi.

Pozisyon sinyalini önceleyen dayanışma açıklamaları sarmalında her bileşen yaptığı açıklamayla yetinmiş, eleğini duvara asmıştır. Bu nedenle, ne kendi tabanını harekete geçirebilmiş, ne de diğer bileşenleri ortak eyleme teşvik edebilmiştir. Her bileşen açısından durum aşağı yukarı aynı olunca, kolektif eylem için gerekli koşullardan birisi olan girişimci ve ortaklaştırıcı liderlik koşulu eksik kalmıştır.

Bu kollektif eylemsizlik çıkmazına saplanmanın iki nedeninden daha söz edilebilir.  Birincisi, AKP rejiminin tüm toplumsal muhalefet hareketlerine, özellikle de Kürt hareketine karşı şiddetidir. Şiddetin dozu ve sürekliliği kaçınılmaz olarak bir duraklamaya, hatta geri çekilmeye neden olmuştur. Ancak Gazze’deki soykırıma karşı protesto hareketleri örgütlemenin önündeki temel neden bu değildir. Temel neden, Filistin kurutluş hareketinin evrimi ve bu evrim sonucunda İslamcı Hamas hareketinin yükselmiş olmasıdır. Bu dinamik nedeniyle, ulusal kurtuluş hareketlerine destek ilkelerinden ikincisi, yani ulusların kendi kaderini tayin etme hakkıyla ilgili mücadele ve örgütlenme biçimlerine o ulusun kendisinin karar vermesi ilkesi, sol muhalefet bileşenleri içinde sorunlu bir ilke haline gelmiştir.

Bu ilkeyle ilgili kaygıların dozu ve politik gerekçeleri her bileşene göre farklıdır. Bu nedenle, sorunlar her bileşenin kendi içinde tartışılmış ve giderilmiş ya da giderilememiştir. Bu içe dönük yaklaşım nedeniyle de, var olan kaygıları dönüştürecek, yani onları yeni bir çözümün girdisi haline getirecek ortak bir arayış içine girilememiş; ortak eylemlilik halinin beraberinde getireceği güçlülük duygusunun ek dönüştürücü etkisinden mahrum kalınmıştır. Bunun da ötesinde, Filistin halkıyla pratik içinde dayanışmanın beraberinde getireceği meşruiyet ve haklılık etkisinden mahrum kalınmıştır. Bu meşruiyet zafiyeti nedeniyle, Filistin sorunuyla ilgili politik gündemin kontrolü Türkiye’nin batısında AKP sultasına Kürt illerinde ise Hüda-Par sultasına terkedilmiştir.

ÇIKIŞ YOLU

Bu bölünmüşlük ve eylemsizlik kıskacından çıkış yolu, temel ilkelere geri dönüşten geçiyor. Hamas’ın ideolojisi ve/veya 7 Ekim’de kullandığı yöntemlerle sorunumuz olabilir. Benim de sorunum var. Ama iki basit ilkeyle hareket etmek durumundayız. Birincisi, Hamas’ın Filistin kurtuluş hareketi içindeki yükselişi kontrolümüz dışındaki bir tarihsel/siyasal bağlamın ürünüdür. Bundan daha önemlisi, Filistin halkının aktif, süreğen ve etkin bir ‘destek hak etmesi’ için bize temsilci veya sözcü veya lider beğendirme yükümlülüğü yoktur! Eğer böyle bir beklentimiz varsa, 1955-62 arasındaki FKP oportünizmiyle aynı noktadayız. Bu oportünizmin yanlışlığı tarihsel olarak kanıtlandığı için de, çok daha geri bir noktadayız.

Bu eylemsizlik kıskacından çıkmak ve Türkiye’deki sol hareketin Filistin mücadelesiyle tarihsel yakınlığına uygun bir dayanışma göstermek için üç pratik önerim var. Birincisi, mümkün olan en geniş katılımla, sol muhalefet cephesi bileşenleri bir araya gelmeli ve Filistin halkının kendi kaderini, uygun gördüğü şekilde belirleme hakkına sahip olduğunu, işgalci İsrail devletinin buna karşı savaş açma hakkının bulunmadığını belirten bir deklarasyon yayınlamalıdır. Bu deklarasyon hem yukarıda özetlenen kendi kaderini tayin hakkı ilkeleriyle hem de uluslararası hukukla uyumludur.

İkinci önerim, örneğin İngiltere’de olduğu gibi bir Filistin Halkıyla Dayanışma Komitesi kurulmalı ve bu komite için tüm bileşenler insan kaynağı ve mali kaynak tahsis etmelidir. Bu komite hem dünyadaki diğer dayanışma komiteleriyle ilişkileri geliştirmeli hem de o kampanyalarla bilgi/deney alış-verişi yapmalıdır.  

Üçüncü önerim, görünürlüğü yüksek ve süreğen eylem türleriyle Filistin halkına destek sesinin duyurulması ve İsrail devletiyle destekçileri hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi nezdinde soykırım davaları açılması. Her iki eylem türü için zengin bir uluslararası deneyim ve bilgi mevcuttur ve bu bilgiler her geçen gün daha da artmaktadır.

*Ekonomi ve Kurumlar Profesörü, Greenwich Üniversitesi