Filistin: Gaflet, şiddet, direniş

Bu şizofrenik kabustan uyanmak oldukça zor ama imkânsız olmamalı. İsrailli demokratların günlük gazetesi Haaretz’in 9 Ekim tarihli başyazısında Aksa Tufanı ‘felaketinin’ sorumluluğu ‘Filistin terörizmi’ne değil Başbakan Netanyahu’nun saldırgan siyasetine adresleniyor. Bir umut ışığı olabilir…

Zafer Yörük yazar@gazeteduvar.com.tr

İsrailli yetkililer ve Batı medyası, 7 Ekim’i İsrail’in 11 Eylül’ü ilan ettiler. Verilecek cevabın da 11 Eylül’e ABD’nin verdiği karşılığa benzeyeceği vurgulanıyor. Hamas ve müttefiklerinin tarihsel referansıysa 50’nci yıldönümü anılan Bedir Operasyonuydu. 1973 yılının 7 Ekim'i de bu yıl olduğu gibi bir Yahudi bayram tatili içinde (Yim Kipur) cumartesi gününe (Şabat) denk geliyordu. Bedir Operasyonu bir baskın harekatı olarak başlamış, kısa süre içinde Mısır ve Suriye ordularının Kudüs yakınlarında olduğu haberleri yayılmış, İsrail yenilgisi ABD’nin diplomatik ve lojistik müdahaleleriyle zorlukla engellenmişti. O savaş, İsrail’in tarihinde ilk kez toprak kaybetmesiyle sonuçlandı ve İsrail ordusunun yenilmezliği efsanesini tersine çevirdi.

İKİNCİ BEDİR OPERASYONU?

Öte yandan İsrail güvenlikçi rejiminin sarsılmaz istihbarat yapılarının 7 Ekim öncesindeki gafleti inanılmaz bulunduğundan 11 Eylül benzeri komplo teorileri tetikleniyor. Oysa aynı zaaf 1973’te de yaşanmıştı. 25 Eylül 1973 gecesi Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail Başbakanı Golda Meir'i yaklaşan bir Suriye-Mısır ortak saldırısı konusunda uyarmak için gizlice Tel Aviv'e uçar. MOSSAD direktörü Zvi Zamir’se Kral’ın verdiği bilgiden zaten haberdar oldukları ama verili koşullarda Arapların gerekli savaş yeteneğine sahip olmadıkları değerlendirmesinde bulunarak Başbakanı yatıştırır. Dikkate alınmayan bu uyarının ardından gelen baskın harekat, İsrail’in ‘yenilmez’ ordusuna büyük bir şok yaşatacaktı.

Bugün de bu kez Mısır istihbaratından bir yetkili, 7 Ekim günü öncesinde Hamas’ın Gazze’de ‘büyük bir şey’ planladığına dair İsrail’i uyardıklarını belirtti. Bu bilginin doğru değerlendirilmediği, dikkatlerin daha çok Batı Şeria’daki yeni Yahudi yerleşimleri üzerinde yoğunlaştığı koşullarda İsrail istihbaratının Gazze’de oluşan tehdidi göz ardı ettiği belirtiliyor. Hamas baskını, elli yıl sonra kendini harfiyen tekrarlayan bir istihbarat zaafı sonucu İsrail’in güvenlik rejimini bir kez daha şoka sürükledi.

11 Eylül algısı içinde düşünüldüğünde, o vakanın sonuçlarına bakmak doğru olacaktır. Amerikan hava kuvvetleri, o eşi-benzeri görülmemiş New York kıyametinin ardından uzun süre Afganistan’ı halı bombardımanı ile yerle bir etmiş sonra da kara ordusu işgali gerçekleşmişti. Bu deneyimle ivme yakalayan Bush yönetimi 2003’te Irak’a saldırarak o ülkeyi de işgal etti. O halde İsrail’in vereceği karşılık, yıllardır yüzlerce kez hava bombardımanıyla bitiremediği Gazze’yi, bir kez daha yerle bir etmek ve ardından kara ordusuyla yeniden işgal etmek şeklinde olabilir. Buradan alacağı cesaretle kuzeye yönelip bir Lübnan seferi daha başlatması da ihtimal dahilinde.

Siyonist rejim, bu misilleme hamleleriyle kısa vadede 7 Ekim’de çizilen karizmasını onarabilir; yitirdiği özgüveni geri kazanabilir. Belki de Hamas’ın bu son darbesinin acısıyla birlikte 2006’da Hizbullah karşısında yaşanılan hezimetin rövanşını alma fırsatı da yakalanabilir. Hesapların sınırları bunlar olmalı çünkü daha ötesi, (örneğin, İran’ı doğrudan hedef alan bir saldırı), küresel süper güçleri de tetikleyecek yeni bir Ortadoğu savaşı başlatmak olur. Büyük bir Amerikan filosu eşliğinde Gerald Ford uçak gemisinin Doğu Akdeniz’de Filistin sahilleri yakınında seyir halinde oluşu, ne yazık ki bu ihtimalin de masadan uzak olmadığını gösteriyor. İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu da zaten “vereceğimiz cevap Ortadoğu’yu değiştirecek” iddiasında bulunmuştu. Komplo teorileri işte bu nedenle revaçta: İsrail, 7 Ekim sabahı bilinçli bir feda hamlesiyle bölge coğrafyasını ABD ve kendi lehine temelden değiştirecek bir projenin zeminini hazırlamış olabilir. İnandırıcı olmamakla birlikte imkansız da görünmüyor.

11 Eylül sonrası yaşanan çoğu savaş ve çatışma ağırlıklı küresel gelişmelerin ABD’ye ne gibi kazançlar sağladığı halen tartışılıyor. Yakın geçmişte Afganistan’dan tamamıyla çekildi; işgalden beri iktidar ve istikrar sağlamakta sürekli zorlanan Irak devletinin elindeki kaynaklardan hangi çıkarlar elde ettiğini ise ekonomistler hesaplıyordur. Irak’taki askeri üslerinin bir kısmının da kalıcı olduğu anlaşılıyor. İslamcı terörü yok etme şeklindeki manifest amacı açısından bakıldığında, Afganistan’ı Taliban’a geri teslim etmesinin, Irak’ta, Suriye’de ve hem Orta Doğu hem de Batı ülkelerinde IŞİD başta olmak üzere İslamcı terörist yapıların daha güçlü ve etkili olmalarına hizmet etmek gibi ters sonuçlara yol açtığı görülür. İnsani açıdansa 11 Eylül sonrasının bilançosu devasa bir trajedidir: Sayıları milyonlu rakamlarla ifade edilen Afgan ve Iraklı sivilin katledilmesi.

EZİLENLERİN ŞİDDETİ Mİ HOLOKOST MU?

İsrail’in de 11 Eylül benzerliği üzerinden bir okuma temelinde girişmesi muhtemel hamlelerin, Filistin ve Lübnan halklarına olduğu kadar İsrail devleti ve toplumuna da daha fazla şiddet, ölüm, sefalet ve güvensizlikten öte bir getirisinin olmayacağını söylemek için son 20 yılın dünya ve bölge tarihlerine bakmak yeterlidir.

Bu yazı yazıldığı sırada, on yıllardır zaten bir açık hava hapishanesi olan Gazze bütünüyle kapatılmış ve abluka altında bulunuyor. Yoğun hava bombardımanından kaçış yolları da tıkanan 2 milyon küsur sivil nüfus, bir kez daha toplu halde katlediliyor. İsrailli yetkililerin bakışıyla Gazzeliler, 7 Ekim günü yaptıklarının bedelini ödüyorlar. İsrail’de devam eden cenaze sayımında sayının 1200’e çıktığı belirtiliyor. Bu kayıplar içinde çoğunluk sivil, kadın ve çocuklardan oluşuyor. Kan dondurucu işkence, dayak, cinsel taciz ve katliam görüntüleri bizzat Hamas kaynakları tarafından sosyal medyada yayıldı. Bu gözü dönmüş vahşetin, İsrail içinde ve dışındaki Yahudi topluluklarıyla birlikte dünya kamuoyunun kolektif hafızasında holokost imgesini uyandırması kaçınılmazdı. İsrail devleti, kitlesel medya ve internet organlarından yaptığı moral destek taleplerinde bu çağrışımı sıklıkla kullanıyor. ‘Medeni dünya’ İsrail’in yanında durmaya davet ediliyor.

Türkiye solu, bir yanda Kürt meselesine duyarsızlık diğer yanda Filistin meselesine duyulan hassasiyet ve sempati içinde Hamas ve İslamcı terör vahşetini görmezden gelme gibi ciddi politik-etik zorluklarla boğuşmak durumundayken Batılı sol çevreler de Filistin davasına destek söyleminin anti-semitizme dönüşmesi riski taşıyan bir hassas denge üzerinde konuşabiliyorlar. New Left Review editörü Tarık Ali, aylardır Tel Aviv meydanlarını “yurttaşlık haklarını savunmak” için dolduran milyonlarca İsraillinin, Filistinliler hakkında hiçbir talepte bulunmadıklarına dikkat çekiyor ve ekliyor: “Filistinliler, haklarının umursanmadığını bir kez daha gördüler ve artık meseleyi kendi başlarına çözmeye karar verdiler”. İngiltere solunun önemli yayın organı ‘Morning Star’ın başyazısındaysa, “Ezilenlerin şiddetini hazmedemiyorsanız ezmekten vazgeçmeniz gerekir” deniyor ve Batılı devletlerin İsrail’e verdiği koşulsuz destek eleştiriliyor.  Fransa’daysa aşırı sol parti LFI’ın popüler lideri Jean-Luc Mélenchon, “İsrail ve Filistinlerin ölümlerinden üzüntü duyuyoruz” mesajı nedeniyle kınanıyor. Çünkü bu mesaj içinde Hamas terörü yeterli şiddette kınanmamış. Mélenchon, bu suçlama karşısında geri adım atmadı ve eleştirinin sahibi Sosyalist Parti Başkanı'nı “aşırı sağ İsrail hükümetinin destekçisi” olmakla suçladı. Sol ittifak bloku NUPES, bu tartışma üzerinden dağılabilir.

GAZZE’DE ÖLMEK, TEL AVİV’DE BAYILMAK?

Tarık Ali’nin işaret ettiği protesto gösterilerine katılanların iç içe yaşadıkları bir halkın hak arayışını tamamıyla yok saymaları olgusu, İsrail ve Filistin’in sorununun her anlamda iki gerçeklikli bir ülkede yaşamak durumundan kaynaklandığını gösteriyor. Bu şizofren bölünmüşlük, çok yakın mesafede bulundukları Gazze’de sürekli yaşanan ve ölünen insanlık dramından tamamıyla habersiz ‘çılgın müzik partisi’ yapan gençlerin yüzlercesini katleden Hamas’ın gözü dönmüş vahşetiyle sonuçlanabiliyor. Aynı şizofreni, Savunma Bakanı Gallant’ın İsrail ordusuna çektiği kışkırtıcı nutukta, “Hayvansı insanlarla savaşıyoruz ve ona göre davranacaksınız!” ifadesinde de en çirkin haliyle mevcut.

Şair Sergey Yesenin intihar mektubunda “Bu şehirde ölmek yeni bir şey değil elbet” diyordu. Onun ülkesi Rusya’da olduğu gibi Ortadoğu’da da ölmenin sıradan bir şey olduğu bilinir. İsrail/Filistin ülkesi zemini üzerine örülen duvarlarla cismen işaretlenmeye çalışılan çaresiz bölünme, farklı gerçeklikli ayrı dünyalar ötesinde yaşam/ölüm arasında bir yarılma anlamına geliyor. Bir tarafın duvarda açtığı gedikten sızarak ötekinin gerçekliğinin içine düşmesinin ölümle yaşam arasında bir karşılaşma şiddetinde gerçekleşmesine tanık olduk.

Yesenin mektubuna, “yaşamak da pek bir marifet sayılmaz” dizesiyle son vermişti. Söz konusu coğrafyada insan hayatının değersizliği, yüz yıl öncesinden bugüne pek değişmemiş görünüyor. Oysa bölünmüş gerçeklikler arasında bir kâbus olduğu sürece değer kazanması mümkün olmayan hayatı daha da değersizleştirmek sorunu çözmek yerine derinleştiriyor. Bu şizofrenik kabustan uyanmak oldukça zor ama imkânsız olmamalı. İsrailli demokratların günlük gazetesi Haaretz’in 9 Ekim tarihli başyazısında Aksa Tufanı ‘felaketinin’ sorumluluğu ‘Filistin terörizmi’ne değil Başbakan Netanyahu’nun saldırgan siyasetine adresleniyor. Bir umut ışığı olabilir…

Tüm yazılarını göster