‘Filistin’ ile ‘İksir’ arasındaki Mansur Balcı
Onunla yaptığım bir söyleşinin sonunda ona “Filistin ile İksir arasında nerede yer alıyorsun?” diye sormuştum. Şiire ilgili açıklamalarının ardından “ikisinin de içeriğinin yanındayım.” diye sonlandırmıştı yanıtını.
Sedat Şanver
Söyle: Bir dostla nasıl vedalaşılır ölümün eşiğinde
İnsan hangi elini uzatır önce
Ve ilkin ne hatırlatır gideni
Ayrılık hangi dilde kolay söylenir
Artık kim iyileştirebilir
Yarısını yağlı urganın alıp götürdüğü bu kalbi
Mansur için söze başladığımda Haremdeki Kadınlar’da yer alan yukarıdaki mısralar geldi aklıma. Gerek o şiirin kahramanı Mihrican’ın Çerkes etnisitesine ait olması gerek hem yazılış hem yayınlanış zamanlarında Mansur’la birçok alanda ve zamanda birlikte oluşumuzdan olabilir. Hayat mı sanatı taklit ediyor yoksa sanat mı aslında hayatın önceden yaşanmış hâli? Yıllar geçip de yenilgiler biriktikçe bu ve benzeri düşünceler daha sık geliyor aklıma. Bu önceden yaşanmışlık hali ile durmadan karşılaşıyor gibiyim.
Mansur, şiirimizin olduğu gibi yaşantımızın da bir parçasıydı. Bizim çevredeki hiç kimse onun kadar kalabalık bir insan grubunun hayatında bu kadar derinliğine yer almadı. Belki her birimiz bir ya da birkaç kişi için Mansur’dan çok daha etkili olduk; çok daha dost, çok daha ayrılmaz parça, çok daha olmazsa olmazı olduk birbirimizin. Ya da tersi; bir başkasının ölüm sebebi, nefret kaynağı, gözünün görmek istemediği… Ancak hiçbirimiz Mansur kadar çok sayıda insanın hayatına onun kadar sıkı bir şekilde değmeyi başaramadık. Bu, onun bizden daha çok kişiyi tanımasından kaynaklanmıyordu. Başka deyişle Mansur sosyal, biz ise asosyal miydik; tabi ki hayır.
O, hepimizden daha girişkendi ve elbet dostlarının hayatında hakkı olduğuna samimi olarak inanıyordu. Bizse, bugünlerdeki kadar yakıcı olmasa da, iz bırakmadan geçiyorduk birbirimizin hayatından. Yoksa hepi topu kırk kişiydik ve hepimiz birbirimizi biliyorduk. O yıllarda yayınladığım kitaplarımdan birinin adında “Aşiret” olması ya da çıkaracağımız dergiye Kabile” ismini önermem de bundandı elbet. ‘80’li yılların ikinci yarısı ve bir aşiret, kabile, klan türü yaşantımız vardı. Birinin taşındığı evin yeni kiracısı yine bizden biri oluyordu. Okuduğumuz kitap bir başka arkadaşımızın parmaz izlerini taşıyordu. Benzer notlar alıyorduk sayfa kenarlarına. Kutusunun kapağı çatlak kaseti, aynı gün içinde dahi, farklı arkadaşların mekânlarında dinlemek şaşırtıcı olmuyordu kimse için. Söz, sevgililere geliyor; gelmesin ne olur!
Bu anlamıyla Mansur’un hayat tarzı, onun alkışlanası en önemli şiiriydi. Hafızasında hepimize ilişkin tanıklıklar vardı. Konuştuğu, anlattığı konular tam da bu nedenle “bizim hikâyemiz”di. Bir şairden çok, epiğin baş rolde olduğu masal anlatıcısı gibiydi her daim. Söyledikleri, çoğu zaman, tanıklıktan ziyade binlerce yıllık aktarımların gölgesinde büyümüş efsaneler olurdu. Kimin şikâyeti olur ki bir dostun anlattığı menkıbelerden.
1980’lerin sonunda fakülte yıllarından hocam Raif Özben ile yeni bir yayıncılık pratiği başlattığımızda Mansur aramızda değildi ancak yayınlamakta olduğumuz Ayrım Şiir’in 7. Sayısında birlikte çalışmaya başladık ve o günden sonra da bir daha ayrılmadık. Aynı sayıda şiirlerinin yanısıra düşüncelerinin de sayfalarda yer almasını düşündüğümden bir söyleşi yapmıştım onunla ve bu yazının başlığı olan saptamayla başlamıştım söyleşiye.
Filistin de İksir de Mansur’a ait şiirlerdi ve bana göre onun temel iki özelliğini özetlemekteydi: Politik örgütleyici (Filistin) Mansur Balcı ile şiirsiz eksik kalacak olan (İksir) Mansur… Tüm hayatını da bu iki alan arasında salınan bir sarkaç gibi yaşadı. Kafkaslar’a şair olarak giden Mansur, oradan kendi halkının özgürlüğü ve gelecek hayallerini örgütleyen Mansur olarak döndü.
Biraz önce andığım söyleşinin sonunda ona “Filistin ile İksir arasında nerede yer alıyorsun?” diye sorduğumda şiire ilgili açıklamaların ardından “ikisinin de içeriğinin yanındayım.” diye sonlandırmıştı yanıtını. Biz de onun sözüyle sonlandıralım bu yazıyı:
Mansur hep bizim içimizde, bizimle olacak. Tıpkı bizim onun içinde olduğumuz gibi… Gayrısı dostluk olmazdı zaten, değil mi?