İki senaryodan bahsedeceğim size. Birincisini, son birkaç aydır yandaş basın allaya pullaya yutturmaya çalışıyordu. Büyükada’da yaptıkları toplantı sırasında gözaltına alınan hak savunucularının tam 113 gün süren tutukluluğu sırasında neredeyse her gün, boy boy fotoğraflarını basarak vasat bir casus filmini Oscar’a aday gösterilecekmişçesine bir tutkuyla izletmeye kalktılar bize.
Bu filmin aceleyle yazılmış senaryosu şuydu: Bir grup ajan var. Bu ajanlar, bir sebeple bir araya gelen farklı istihbarat örgütlerinin üyeleri olabilirler. Elbette sıradan insanlar gibi görünen orta yaşlı kadınlar ve erkeklerden oluşan çok tehlikeli yerli işbirlikçileri olmadan misyonlarını gerçekleştiremeyeceklerdir. Bu işbirlikçiler de, aslında daha önce bu ajanların temsil ettikleri ülkelerle tehlikeli işler çevirmiş, ülkelerini ele güne karşı küçük düşürüp onlarla arasını bozmaya yönelik faaliyetlerde bulunmuş casuslardır. Ayrıca, ülkeyi bölüp parçalamayı, darbe yaparak demokrasiyi ortadan kaldırıp iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen terör örgütleri ve isteyerek ya da istemeden bu örgütlerin hedeflerine hizmet eden muhalefet partileri ile de kirli ilişkiler ağı içindedirler. İşte bu ajanlar ve casuslar, kimselerin bilmediği bir yerde, son derece gizli bir şekilde, hem izlenmekten korktukları için, hem de belki birbirlerine de tam olarak güvenmedikleri için olsa gerek, her türlü iletişim araçlarını (telefonları, bilgisayarları vs.) daha sonra toplantı sırasında yeniden açmak üzere kapatarak gözlerden ırak bir adada bir araya gelirler. Ancak öngöremedikleri bir gelişme yaşanır. Yerli istihbarat örgütü ve kolluk kuvvetleri, bir süredir bunların faaliyetlerinden haberdardır ve attıkları her adımı izlemektedir. Üstelik herkeslerden gizli buluştuklarını düşünen bu ajanlar, belki bir yanlışlık sonucu ya da kim bilir aralarında çift taraflı çalışan birileri bulunduğundan, ülke aleyhine faaliyet gösteren ve darbe planlayan casusların daha önce de buluştukları bir yerde buluşmuş, böylece de kıskıvrak yakalanmışlardır. Tam da hizmet ettikleri ülkelerin yöneticilerinin ve liderlerinin son on beş yılda gerçekleştirdiği ekonomik mucize ve içinde bulundukları coğrafyanın liderliğine oynadığı rol nedeniyle kıskandıkları hedefteki ülke aleyhine faaliyetlerinin can alıcı noktasında, masanın üzerine serdikleri harita üzerinden bu ülkeyi nasıl bölüp parçalayacaklarının planını yaparken, suçüstü yapılırlar. Asıl olaylar bundan sonra gelişir. Ajanların ve casuslarının kirli planları, komplo hazırlıkları, dünya üzerindeki hegemonyalarının sarsılmasından hoşnutsuz eski büyük güçlerin elbirliğiyle yok etmek istedikleri bu yıldızı parlayan ülkeyi ve belki de dünyayı ne kadar büyük bir tehditle karşı karşıya bıraktıkları, olayı yakından takip eden acar muhabirin de (esas oğlan) katkılarıyla (burada tabii birden çok esas oğlan olduğunun ve birbirleriyle tatlı bir rekabet içinde bulunduklarının da altını çizmeden edemeyeceğim) birer birer gözler önüne serilir.
İkinci senaryo epeyce iç karartıcı. Bir tür “film noir”. Kasvetli, karanlık mekânlarda çekilir. Zaman ağır akar. Ancak izleyici bu karanlık dünyanın içinde tanıdık imgeler bulmakta zorlanmaz. Hâkim duygu kapana kısılmışlık ve kaçıp gitme isteği olabilir. Bir cümleyle özetlemek gerekirse, iktidarın kötücül yüzünün ve bu kötücüllüğe ortak olma hevesindeki yardakçılarının sıradan insanların hayatını nasıl da mahvedebileceği üzerinedir.
Önceki yazılarımdan birinde söz ettiğim Andrey Zvyagintsev’in Leviathan filmiyle benzerlikleri vardır. İyi bir yapım ve oyunculukla uluslararası festivallerde gösterim şansı bulabilir. Hikâyesi şöyle: Bir grup insan hakları savunucusu, bir tür hizmet içi eğitim toplantısı düzenlemeye karar verir. Amaçları, gün geçtikçe şiddeti ve sayısı artan hak ihlalleri ile mücadele için yaptıkları çalışmalar sırasında yaşadıkları stresle nasıl baş edebileceklerini ve veri güvenliğini nasıl sağlayacaklarını öğrenmektir. Bunun için yurt dışından uzman bir eğitimci ve moderatör davet ederler. Aylar öncesinden toplantının planlarını yapar ve nihayetinde herkese uygun olan bir tarihte, herkesin kolayca ulaşabileceği ancak amaçları biraz da rahatlayıp dinlenmek olduğundan şehrin keşmekeşinden uzak bir yerde, her yaz yüzbinlerce turistin ziyaret ettiği bir adada buluşmaya karar verirler. Birbirlerine mayolarını getirmeyi unutmamayı hatırlatan, adaya ulaşmak için yapılan kısa vapur yolculuğunun keyfini çıkarmak için yol boyunca elektronik cihazlarını kapatıp etrafı seyretmeyi salık veren mesajlar atarlar. Toplantı için mütevazi bir oteli seçmişlerdir. Arada fırsat buldukça havuza girer, denize giderler. Her şey yolunda gitmekteyken, eğitimin üçüncü gününde toplantı salonuna polis baskın yapar. Her şeye el koyar ve hak savunucularını da gözaltına alır. 15 gün boyunca gözaltında kalırlar. Avukatlarına erişimi kısıtlanır. Dosyanın üzerindeki gizlilik kararı nedeniyle uzunca bir süre ne ile suçlandıklarını ne avukatları ne de kendileri öğrenemezken ilk günden itibaren gazetelerde boy boy fotoğrafları ve isimleri yayınlanır.
Basında yer alan haberlere ve yazılara bakılırsa, ajanlık ve casuslukla, terör örgütleriyle işbirliği yapmakla, bir ayaklanma, hatta darbe planlamakla suçlanmaktadırlar. Hayatları alt üst olmuş, önce gözaltında, sonra ise tutukluluk sırasında yıllar boyunca mücadelesini verdikleri hak ihlallerine birebir maruz kalmışlardır. Onlar, başlarına gelenin ne olduğunu anlamaya çalışırken belli bir merkezden yönetilen ve birbirinin aynısı haberleri gün be gün yayınlayan gazeteler çoktan iddianameyi hazırlamış, kanıtları sunmuş ve cezalarını kesmiştir. Önce, hepsinin “sözde insan hakları aktivisti” olduğu ve “sözde eğitim toplantısı” yaptığı ilan edilir. Hemen ardından, her biri için birer suç ve bu suçlara “uygun” kanıtlar uydurulur. Bu suçlamaların arkasında, bu toplantıyı daha önce darbe planının yapıldığı iddia edilen bir toplantı ile aynı adada yapmış olmak; dışarıdan katılıma açık olmadığı için duyurusunu yapmamak yoluyla “gizli” bir toplantı düzenlemek; ana muhalefet partisi liderinin yapmakta olduğu adalet yürüyüşü varış noktasına ulaşırken bu toplantı yoluyla kaos hazırlığı ve tüm ülkeye yayılacak bir ayaklanma provokasyonu yapmak; ByLock kullanan birisi tarafından aranmış olmak ya da ByLock kullandığı iddia edilen birisini aramak; terör örgütü üyesi olduğunu belirten birisi tarafından atılmış bir e-postanın muhatabı olmak; avukatı olduğu bir dava dosyasında yer alan ve mahkeme tarafından avukatlarla paylaşılan bir belgeyi bilgisayarında bulundurmak; suç unsuru oluşturmayan ve bizzat katılmadığı bir toplantıda yapılmış bir konuşmanın yine suç unsuru oluşturmayan notlarını bilgisayarına indirmiş olmak; ülkedeki hak ihlallerini ortaya koyan raporlar hazırlamış olmak; bu toplantı için ve yapmış oldukları diğer hak savunuculuğu çalışmaları için uluslararası kuruluşlardan fon desteği almak; toplantı sırasında elle çizilen ve her birinin üzerine işlerini yaparken kendilerini en çok rahatsız eden konu ile ilgili resimler yaptığı harita yoluyla “ayaklanma planı yapmak”; toplantıda kullanılmayan, otel odasında bulunan ve basın tarafından tahrif edilerek yayınlanan bir diller haritası aracılığıyla ülkeyi bölmek istemek gibi hayal ürünü iddialar vardır. Dahası, “Gezi zekâlılar”, “casuslar”, “aktivist görünümlü terör destekçileri”, “örgüt üyeleri”, “ajanlar”, “provokatörler”, “hainler”, “FETÖ'nün akademisyeni” gibi hakaret ve yaftalamalarla anılan her biri “silahlı terör örgütüne yardım etmek”le suçlanmaktadır. Dışarıda onlara destek verenler de benzer şekilde bu karalama kampanyasının hedefi haline getirilirler. Her türlü muhalefeti susturmakta kararlı olan iktidarın, ne hak ihlallerini tespit eden ve bunlarla mücadele eden hak savunucularının faaliyetlerine ne de onlara destek olanlara tahammülü vardır. Böylece herkesin casuslukla, teröre destek vermekle ve vatan hainliğiyle suçlanabileceği bir korku atmosferi oluşturulur. Amaç, kimsenin sesini çıkarmamasıdır. Her çatlak ses, dış güçlerin emellerine hizmet etmek ve ülke çıkarlarına zarar vermekle suçlanmakta; hükümetin çoktan ele geçirdiği, henüz ele geçirmedikleri üzerinde de çeşitli yollarla baskı kurduğu medya tarafından suçlu ilan edilmektedir.
Leviathan, bir kez daha eşit ve özgür bir yaşamı arzulayan sıradan insanlar üzerinde gücünü göstermektedir. Ancak bu sefer, filmin verdiği mesajı anlayabilmek için Hobbes’tan başka bir düşünüre daha başvurmamız gerekir. Fransız düşünür Étienne de La Boétie, ölümünden sonra 1574 yılında yayınlanan Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’inde şöyle der: “Tiranı koruyanlar atlı insan bölükleri, yaya insan sürüleri ya da silahlar değildir. İlk bakışta inanmak istenmez, fakat gerçektir: Tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep dört ya da beş kişidir. Her zaman için beş ya da altı kişi tiranın gözüne girmiş, gerek kendilerinden gelen istekle gerek tiranın çağırmasıyla ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının, eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin pezevengi ve yağmaladıklarının ortağı olmuşlardır… Bu altı kişinin de çıkar sağladığı altı yüz kişisi vardır… Bu altı yüz kişi, buyrukları altında altı bin kişiyi tutarlar… Bundan sonra gelenler çok daha fazla kalabalıktır.”
Filmin sonuna gelindiğinde bir sürprizle karşılaşırız. Onca karalama kampanyasına rağmen ulusal ve uluslararası arenada güçlü bir destek ve dayanışma gören hak savunucuları serbest bırakılırlar. 113 gün boyunca hak savunucularını adeta şeytanlaştıran basın, bir anda onlardan “tutuklu sanıklar” diye söz etmeye başlar. Tek bir kötü söz kullanmaksızın ve tek bir pişmanlık belirtisi göstermeksizin, bir “pardon” bile demeksizin, öylesine bir habermiş gibi birkaç cümleyle duyururlar tahliye kararını. Ne var ki, tam “her şey düzeldi, kötü bir rüyaydı geçti” diyecekken, bu politik gerilim filmi, korku filmlerine özgü bir kapanışla son bulur: Canavar tekrar gözlerini açar. Manşetlerde bu sefer işadamı ve hak savunucusu Osman Kavala’nın gözaltına alınma haberi vardır. Haber “Kızıl Soros yakalandı” başlığıyla verilirken Türkiye’de sivil toplum çalışmalarının önemli bir destekçisi olan Kavala’dan “işadamı kılıklı terör finansörü” diye söz edilmekte; hakkında akla hayale gelmeyecek suçlamalar yöneltilmektedir.